Feeds:
Yazılar
Yorumlar

Archive for Ekim 2008

Karışık bloglamak;

 

Bir makaleye baktım pozitivizmle ilgili, ilgimi çeken bölümleri vardı, ama dikkatimi başka bir şey çekti, sarsıcı felsefecilerin çoğunun ruhları uçlara savrulmuştu, (Bir irrasyonalist yalnızca kuramsal bir dengesizlik içinde olabilir mi? Cantor? Nietzsche? Schopenhauer? Heidegger? Derrida? Heisenberg? Hume? Locke? Kant? Wittgenstein? Ve başkaları? Tüm bu kuşkucuların yaşamları trajik anomaliler sergiler: Sadizm, nazizm, ırkçılık, şizofreni, paranoya. ‘Delilik korkusu’ Russell’ın kişiliğinin temel bir iki motifinden biriydi.) fuko da öyle, normal üzerinden okumamış olanı biteni, anormal üzerinden okumalar yaptı. Bir normallik ve standart abidesi olan modernizmin anormali düzenlerken yaşadığı kırılmalar (delilik, hapishane, cinsellik-insanın arzularıyla tanımlanması 19.yüzyıl ve sonrasına aittir,)

Yazarın pozitivizme (bilimi yücelttiği için etkisini hala hissetiriyor zihinlerimizde) soytarı elbisesi giydirişini simgesel olarak özetlemek istiyorum.

Şöyle diyor yazar

A=A (ne kadar mantıksal!)

-Soytarı sırıtmaya başladı…-

(önerme bile değil lan bu diyor yazarımız, önerme bir başka şeye işaret eder)

ve ekliyor; hani çelişki, hani karşıtlık-

 

2-

 

felsefe iki; bir pozitif bir de negatif sorunla uğraşır “olmak” ve “ölmek”,

olmanın bir biçimi aşk ve ölmenin de tabi, kafaustaları bunu bilirlerdi de tül perdenin arkasında kalsın derlerdi sanki, pek dokunmayı tercih etmemişlerdir,,,

onun şarkısını şairler bilir,,,

seni görmek için

şiirin kanadına bindim

sana dokunmak için

şiirin koynuna girdim,,,

gibi gibi ve ve gibi (aşktan bahsedince belirli sebeplerden saçmalamam gerekiyor, hemen anarşist bir eylem koyayım, tüm teknokratların ağzına ecstacy tıkıp tekno dinletmek istiyorum gibi gibi ve ve gibi)

 

bugün bir bulut okudum…

 

3-

 

makale batı felsefesinin duygulara karşı konumlandığını söylüyor, halbuki mesihleri sevgiden bahsetmiştir kulak vermeliydiler, modern insanın hissesine duygulanım bakımından nefret ve türevleri düşmüştür ( iki modern türev söyleyeyim, sıradanlığı arzulayan bir sıradışılık-yani sıradanın içinde gördüğü o bilinçsiz huzuru arzulayan-huzursuzluk, ikincisi yabancılaşma, üstelik boyut atlamış bir yabancılaşma, emeğe yabancılaşma değil, anlama ve kendine yabancılaşma, narsisistik imgelerle bezeli bir özsevgi arayışı)

reason

reason-able

absolute reason vs. absent reason…

 

4-

 

Benzetmeler;

 

Kimin ruhunu çağırsam, kelimelerle oynadığımız zaman kelimelerin gösterdiği şeylerle de oynamıyor muyuz, dil bir oyunu içinde barındırır, dille oynayayım, Ay’la oynayayım, gecenin şahididir, hem de balıkgöz şahit gözkapakları olmayan, derlerki (nasıl da atıyorum, Ay’a kadar, atılmaz demeyin, Apollonu attılar da Ay’ı göbeğinden vurdular) diyorum ki o zaman, hatta demeyeyim, rivayet edeyim: Tanrı’yı Ay’a gömmüşler!

Hadi biraz daha oynayayım kelimelerle, Ay da dansetsin, ateşböcekleri gibi olsa mesela, yanıp sönen ve serserice gezinen ve mesela bu gece yedi tane gördüm desem, ikisi gece dörtte sırra kadem bastı, ve tarihte birgün diye yazsa tarih, bir sürü göründü gecede, bir sürü Ay,  üç yüz tane., bir club’a dönmüş olmalı dünya o gece. Herkes o gece illaki sevişmiş olmalı.

Bir rivayet daha Van Gogh kulağını Ay’la kesmiş!

 

 

 

 

 

 

Read Full Post »

Sfenks

——————————————————————————–
New York’taki korkunç kolera salgını sırasında, akrabalarımdan birinin çağrısına uyarak, onun Hudson Irmağı kıyılarındaki «cottage ornée»sine gittim on beş günlüğüne. Orada, bütün yaz eğlenceleri buyruğumuzdaydı; orman gezintileri, resim çalışmalan, sandal sefaları, balıkçılık, yüzme, müzik ve kitaplarla çok tatlı vakit geçirebilirdik elbet, tabii kalabalık şehirden her sabah gelen kötü haberler olmasa. Gün geçmiyordu ki yakın bir tanıdığın öldüğünü duymayalım. Sonraları, salgın şiddetini arttırınca, her gün bir dostun ölümünü beklemeyi öğrendik. Her haberci bizi korkudan titretir oldu. Güneyden esen rüzgar bile bize ölüm saçıyormuş gibi gelmeye başladı. Bu kahredici düşünce, zamanla bütün benliğimi sardı. Başka bir şey konuşamıyor, düşünemiyor, kuramıyordum. Ev sahibim daha serinkanlıydı, tam bir çöküntü içinde olduğu halde beni yüreklendirmek için kendini tutuyordu, büyük feylesof zekası, gerçekdışı şeylerden asla etkilenmiyordu. Korkunun nesnelerine karşı duyarlıydı ama, gölgelerinden ürkmezdi.
Onun, beni düştüğüm olağanüstü bunalımdan kurtarma çabaları, kitaplığında bulduğum birtakım kitaplar yüzünden boşa gidiyordu. Bunlar, içimde gizlenmiş o atalardan kalma kör inanç tohumlarını mutlaka yeşertecek türden kitaplardı. Dostum, bunlan okuduğumdan habersizdi, bu yüzden de hayal gücümün nasıl olup da böylesine zorlandığını bir türlü anlayamıyordu.

En çok ilgilendiğim konulardan biri, «belirtgelere inanma» sorunuydu – yaşamımın o döneminde bu inancı açık açık savunacak kadar ileri gidiyordum. Uzun, ateşli tartışmalara girişiyorduk; dostum, böylesi inançların temelsiz olduğu kanısındaydı, bense kendiliğinden, ansızın doğan, yani belli bir ipucuyla gelmeyen sezginin, gerçeğin şaşmaz öğelerini kapsadığını, büyük değer taşıdığını savunuyordum.

Aslında, kır evine ilk geldiğim günlerde başımdan öyle anlaşılmaz, öyle uğursuz bir olay geçmişti ki, bunu kötü bir belirtge olarak görmeme şaşmamak gerekir. Hem korkmuş, hem de şaşkına , dönmüştüm; dostuma açılmaya karar verene kadar günler geçti.

Son derece sıcak bir günün bitiminde, ırmağın iki kıyısını da içine alacak şekilde, uzaklardaki tepeye bakan açık bir pencerede, elimde kitap, oturuyordum; tepenin bana yakın bölümleri, bir toprak kayması sonucu ağaçlarının çoğunu yitirmişti. Uzun süredir, elimdeki kitaptan çok, yanıbaşımdaki kentin karanlığını, perişanlığını düşünmekteydim. Başımı sayfadan kaldırdığım sırada, gözüm, tepenin çıplak bölümünde korkunç bir canavara ilişti: Doruktan aşağı hızla iniyordu, birden sık ağaçlı ormana daldı. Bu yaratığı ilk gördüğüm an, aklımdan -hiç değilse gözlerimin sağlamlığından- kuşkuya düştüm, deli olmadığıma, düş görmediğime inanana kadar birkaç dakika geçti. Ama canavarı betimlemeye kalkarsam (onu açık seçik görmüş, aşağı inişini serinkanlılıkla izlemiştim), korkarım okurlarım olaya benden daha güç inanacaklar.

Canavarın boyunu, yanından geçtiği kocaman ağaçların çapıyla kıyaslayarak tahmine çalışırken -toprak kaymasından kurtulan dev ağaçlardı bunlar- denizleri aşan gemilerin hepsinden daha iri olduğuna karar verdim. Gemi diyorum, çünkü canavar tam bir gemiyi andırıyordu, o günlerdeki teknelerimizden birini gözlerinizin önüne getirirseniz daha iyi anlayacaksınız. Hayvanın ağzı yirmi metre uzunluğunda ve bir fil gövdesi kalınlığında bir çıkıntının ucuna yerleşmişti. Bu hortumun dip kısmı, ancak yirmi yaban sığırının postundan çıkabilecek kara ve uzun kıllarla kaplıydı; bu kılların arasından yana ve aşağı olmak üzere, yaban domuzunun dişlerini andıran, ama çok daha iri iki diş uzanıyor, pırıl pırıl parlıyordu. Çıkıntıya koşut olarak her iki yandan öne doğru uzayan on-on iki metre uzunluğundaki dev boynuz, sanki saf kristalden yapılmıştı ve tam bir prizma biçimindeydi – batan güneşin ışınlannı nasıl güzel yansıtıyordu! Hortum; kama biçimindeydi, sivri ucu yere değiyordu. Hortumun iki yanından açılan iki çift kanat -ki her biri nerdeyse yüz metre uzunluğundaydı – üst üsteydi, çapı üç metreyi bulan sık pullarla kaplıydılar. Üst ve alt kanatların birbirlerine sıkı zincirlerle bağlanmış olduklarını gördüm. Ama bu korkunç yaratığın en önemli özelliği, göğsünü baştan başa örten ve kara gövdesininin üstünde bembeyaz parlayan, bir sanatçının elinden çıkmışcasına ustalıkla çizilmiş bir Kurukafa taşımasıydı. Bu ürkünç hayvana, daha doğrusu göğsündeki şekle korkuyla, şaşkınlıkla bakarken -bir felaket önsezisi vardı içimde, duygularımı sağduyumla alt edemiyordum- o anda çıkıntının ucundaki korkunç ağız birdenbire açıldı ye bu ağızdan müthiş hüzünlü, kulak tırmalayıcı bir ses yükseldi; bir ölüm çanıydı sanki ve canavar gözden uzaklaşırken ben de kendimden geçtim, bayılmışım.

Kendime gelir gelmez, arkadaşıma gördüklerimden söz açmak geldi içimden – nasıl bir duygunun etkisiyle vazgeçtiğimi bilemiyorum.

Üç dört gün sonra bir akşam, canavarı gördüğüm odada oturuyorduk. Ben eski koltuğumdaydım, arkadaşım da sedire uzanmıştı. Bulunduğumuz yer, aynı akşam saati, beni ona açılmaya zorladı. Söylediklerimi sonuna kadar dinledi – önce bir kahkaha koyverdi, sonra da deliliğim su götürmez bir gerçekmiş gibi, sessizliğe büründü. O sırada, yine canavarı gördüm, bir çığlık kopararak arkadaşımı çağırdım yanıma. Dikkatle baktı, bir şey görmediğini söyledi, oysa ben canavann çıplak tepeden inişini bütün ayrıntılarıyla anlatıyordum ona.

Büyük bir korkuya kapılmıştım, bu görüntü ya öleceğimin belirtisiydi ya da daha kötüsü bir çılgınlık nöbeti geçirecektim. İskemleye attım kendimi, yüzümü ellerime gömdüm. Gözlerimi açtığımda, görüntü yitip gitmişti.

Ev sahibim, soğukkanlılığını yine ele almıştı bu arada, canavarın şekline ilişkin sorular sordu. Ben bütün sorularını yanıtladıktan sonra dayanılmaz bir yükten kurtulmuş gibi içini çekti ve biraz haince diyebileceğim bir soğukkanlılıkla, şimdiye kadar birçok kereler tartıştığımız spekülatif felsefe konularına döndü. Eskiden beri önemle üstünde durduğu sorunlardan biri şuydu: Ona kalırsa, insanların araştırmalarındaki ana yanılgı kaynağı, yakınlık derecesini iyice kestiremeden, herhangi bir nesnenin ya da konunun, önemini azımsamaktan ya da büyütmekten ileri geliyordu. «Sözgelimi,» dedi, «Demokrasi’nin tam anlamıyla bütün dünyaya yayılışının insanlar üstündeki etkisini kestirmek istiyorsak, böyle bir yayılmanın gerçekleşebileceği dönemin uzaklığı ya da yakınlığı da önemli bir öğe olarak ele alınmalıdır bu varsayımda. Sen bana hükümet şekilleri konusunda yazan ve bu konuya değinen tek yazar gösterebilir misin?»

Biran durakladı, kitaplığa doğru yürüdü, Doğal Bilimler üstüne bir kitap çekti. Sonra yerlerimizi değiştirmemizi rica etti benden, kitabın ince harflerini oradan daha iyi seçebilecekti, sonra benim koltuğumu pencereye yanaştırdı ve kitabı açarak konuşmasını sürdürdü.

«Eğer sen, canavarı böylesine ayrıntılı bir biçimde tanımlamış olmasaydın,» dedi, «sana onun aslında ne olduğunu kesinlikle gösteremeyecektim. Önce, bilim diliyle, Böcek türünden, Lepidoptera sınıhndan, Crepuscularia ailesinden Sfenks üstüne bir yazı okuyayım, Şöyle diyor:

«’Metalsi görünümde küçük, renkli, pullarla kaplı dört zarkanat; ağız, çene kemiklerinin uzamasıyla yuvarlak bir çıkıntıya dönüşmüştür, her iki yanında duyargalar ve sık kıllar görülür, alt kanatlar üsttekilere bu sık kıllarla bağlıdır, duyargalar, uzun bir asayı andırır ve prizma biçimindedirler; karın sivridir. Kurukafalı Sfenks, çıkardığı hüzünlü ses ve göğsünde taşıdığı kurukafa yüzünden zaman zaman ilkel insanı çok ürkütmüştür’»

Kitabı kapadı, iskemlesinde öne doğru eğilerek benim «canavar»ı gördüğüm andaki konumumu aldı.

«İşte bak,» diye bağırdı az sonra, «bak, yine tepeye tırmanmaya başladı, gerçekten olağanüstü bir yaratık bu. Yine de senin sandığın kadar büyük ya da ırak değil; işin aslına bakarsan, örümceğin birinin pervaza gerdiği ağdan çıkışını gözlüyorum da boyu bilemedin altı milim gibi geliyor bana, gözümden de olsa olsa altı milim uzakta.»

E.A.Poe

Read Full Post »

Balık Burcu Hikayeleri
  çünkü aklım acıyor.
  çünkü sevdiğime dokundukça bölünüyorum.
  çünkü isyanım bir komplo
  çünkü altkatta biri dolaşıyor.
  çünkü iktidardan iğreniyorum.
  çünkü her masalda biraz bizden var.
  çünkü terkedenin sesi unutulur. ilkin.
  çünkü dönemem. çünkü dönmez / dönemez.
  çünkü titriyorum.
  çünkü tren devrildi. ölü çok.
  çünkü ağrı bütün vücuda yayılıyor.
  çünkü vurulduk.
  çünkü kolaj zehri çoğulluyor.
  çünkü birbirimizi işitmiyoruz.
  çünkü birbirimizi istemiyoruz. çünkü suçu üstümüze aldık.
  çünkü sanki teslim olduk.
  çünkü kolay ölmeyeceğiz.
 
---küçük iskender
 
 
 oyuncak
          kelimelerden kıyıya çıkan kalp
          arp çalarak kandırdı bütün 
          masum deniz kabuklarını
 
          ve yangına otostop çeken
          ateş böcekleri içindi
          belki sosyalizm
 
          atıma atlayıp düşlerime döndüm o gece
                                ---küçük iskender
 
PARANTEZ 
          zamanda bir an bir parantez açtı kendine herkes
 
          (ve bilemediler kibar küfür suresini
          ve bilemediler yalnız insanların gidip öldükleri adresi
          telefonlara da çıkmadı sevda, yatağında yüzükoyun 
          tadı yastıkta kalan dağınık, karanlık, miladi bir uykunun
          ardında saklanan
          sevgilisi uğruna buharlaşan nergisi
          hepsi, bir uğultunun zengin kafiyesi sandı)
 
          demir dev bir kapının gürültüsüyle kapandı
          ansızın-içine kapanık, başı öne eğik kalan parantez..
                                                  ---küçük iskender
 
 
 
 

ENTRİKA

 
          Ah nasılda geçiyor zaman
          Yeni ölmüş birinin üstünü örtercesine narin
          Heryerde akşamüstleri bir gül gibi kopartılabilir
          Polisle tartışan kadının arasına bayılan deniz
          Neden her denizin bir de annesi olmasın
          Bir elin bir elden hamile kalması kadar zengin
          Ve Taksim'den Beşiktaş dolmuşuna binen sardunya
          Her adam adını bir yerlerde düşürebilir
          Bu şiir yazıldığı gibi okunmalı
          Bu hayat bilindiği gibi yaşanacaksa
          Yani hüzün dediğim yalnızca bir küfürdür
          Ve küfür bir karanfilin ağzına ne kadar yakışırsa
          Kalın kırmızı bir çizgi çekin aşkın altına
          Bakışların altına, ihanetlerin, intiharların da
          Sonra karşılarına geçip şaşırın biraz
          Yani uçuruma yuvarlanan kamyona koşan köylü çocuklar
          Direksiyonun başında bir palyaço bulunca nasıl nar gibi şaşırsa
          Ah nasılda geçiyor zaman 
          Nefes nefese doğan sevdaya rağmen
          Keşke bir şeyler keşfetseydik diyor insan
          Ve mezarlık yoluna sapıyor hemen
          Ben bütün bir gece uyumadan ölebilirim
          Herhangi biri bütün bir gece ağlayabilir
          Unutturabilir saydam bir renk eski bir sevgiliyi
          Ve bir camın patlayarak kırılması
          Eski bir sevgiliyi birdenbire
          Hatta acımasızca hatırlatabilir
          Yani sevgili dediğim yalnızca bir fıkradır
          Hem insan bir fıkraya daha ne kadar gülebilir
                                                        ---küçük  iskender
 
 

 

 

Read Full Post »

sessiz biri için
1. bütün kitaplarda adı sessiz biri diye geçer.
2. benim onu tanıdığımda bir üç yıl isa’nın yüzünü sildiği mendili arıyordu.
3. sayısız coğrafyada yapraklar otlar taşlar topladı
4. yukarı alındığı güne kadar orta boy bir tini vardı.
5. hira dağına günde üç kez allah’la konuşuyormuş, yürüyormuş gibi iner çıkardı.
6. rüzgarın adı rüzgarın içindedir sözü onundur.

iLHAN bERK

 
 

 

 

 

“sessiz sedasız yaşayan bir ayrık otuydu orta anadolu’da
kıtlıktan önce.
en küçük bir şeyden coşardı
mesela bir kuş uçmasın kızılırmak’a doğru
köklerine su yürürmüş gibi sevinirdi.
bir bulut geçsin üstünden
ayrıklıktan çıkardı.
dünyayı, derdi, dünyayı
hiçbir şeylere değişmem.

iLHAN bERK

 

 
 

 

 

 

 

güzel
 
güzel
ölüm daha kolaydır sevmekten
der ya aragon
anla ki ölüme benzer seni sevmek
sözcükler ki alevdir
ve karadır şairlerin hayatları

hem nice şiirlerde nice aşklarda
tarar saçımızı ölüm.

aşk ki bazan solgun bir ilçedir
sürdürür derinliğini

neden “en çok” acı ustası şairlerdir
en çok taşırlar çünkü aşkları.

ben ki yatağımdan tedirgin bir suyum
besbelli ki aşka ve ölüme çalışıyorum.

i. bERK

 
 

 

 

 

 

“Adlandırılmayan Yoktur”
 
Tinler üstüne yüzlerce kitap yazıldığını biliyoruz. Beni en çok rüzgâr, su,
ateş tinleri ilgilendirdi.
Hiçbirini de görmedim: Olsun. (Gören var mı?) Bilmek yetiyor bana.
Hele rüzgâr tini. Gitmediği, görmediği hiçbir yer yok.
Her şeyden haberi var.
Onca şeyin tini düşünüldüğüne göre, nehirlerin, ormanların tinlerini de
ben düşünmek isterim. Nehirler doğuştan tindirler belki de. Suların,
ateşlerin, rüzgârların ayinlerinde olmayı kim istemez?

iLHAN bERK..
 

 

 

 

DOĞANIN GİZLİ TARİHİ
 
Doğanın çalışışını gördüm. Devinimi ve değişimi
Tarihi gibi halkların, doğan yaşayan ölen
Dağıta dağıta kendini
(koyup öncelliğini ve sonrasızlığını)
Gördüm su yürüyor, yeniliyor kendini
gördüm harlı, asi
büyüyor.

Gördüm de dedim: Bu ırmak doğan benimle.

Bu dümdüzlük, katılan ne doğana, ne büyüyene.

Bu acı, koyan biçimini tuza ve taşa.

Gördüm en büyük yasacı doğa
Gördüm doğada her şey insandan yana.

iLHAN bERK
eğer sonsuz varsa, önünde sonsuz saygıyla eğiliyorum-

yaşasaydı şu sorunun cevabını kendisinden duymak isterdim;

sonsuz mu daha önce bulundu sıfır mı (kendisinden de işittim, sıfırın bulunması kolay olmamıştır, milattan (sıfırdan) bilmem kaç yüz sene sonra araplar bulmuştur sıfırı) matematikten şunu bilirim, sonsuzluk herşeyi sıfırlar…

 

 

Read Full Post »

 

 

‘Benim tümcelerim şu yolla açımlayıcı­dırlar ki,

beni anlayan, sonunda bunların saçma olduklarını görür

– onlarla –

onlara tırmanarak

– onların üstüne çıktığında.

(Sanki üstüne tırmandıktan sonra merdive­ni devirip yıkması gerekir.)

(Ludwig Wittgenstein) (Çeviri: Oruç Aruoba.)

DÜN DAĞLARDA DOLAŞTIM EVDE YOKTUM 

Güneş cebimde bir bulut peydahladı. Taş, kördür diye yaz­dım. Ölüm, geleceksiz. Şeylerin yalnız adı var. Ve: ‘Ad evdir.’ (Kim söyledi bunu?) Dün dağlarda dolaştım, evde yoktum. Bir uçurum bize bakmıştı, uçurumun konuştuğu usumda. Buydu bi­zim kendinde sonsuz olanı duyduğumuz. Nesneler ki zamanda vardır. Terziler çıracısı Hermüsül Heramise’nin pöstekisi her ba­har ayaklanırdı. Yağmur yağmamazlık edemez. Taş, düşmemezlik

Ne diyordum, dünyanın düşünceleri yoktur. Otların canı sıkıl­maz. Kurşunkalem kendini ağaç sanır. Ufuk, hüthüt kuşu. Seni bilmem, bir söylene dönüşmek içindir dünya. Onun için başka bir son yok. Bir söylene dönüşmek, bir söylen olmak! Sonsuzluk de­diğimiz budur.

Nerden başlasam yine oraya geliyorum. Ben. gidiyorum. Ölü­me, o büyük tümceye, çalışacağım.


AĞAÇLARDAN ARKADAŞLARIM OLDU

“Adlarla doldurdum sessizliği.” Şeyleri kodladım. Gökyüzü­nün, ağaçların çocukluğunu bilirim. Ağaçlardan arkadaşlarım ol­du. Hâla da var. Samanyolunu anlamadım. Sayıları da. (Sayılar daha bulunmamış gibi davranıyorlardı.) Yalnız sekizle (5 + 3) içli dışlı oldum. (Kim olmamıştır ki?) Biraz da sıfırla (Sıfırın bulun­ması kolay olmamıştır.) Üç için çok kötü şeyler söylenmiştir. Ni­çin? Bilmem. Bilmek sayıdır. Bir de biri tanıdım. Bir ile düşünül­müyor. Bazı sayılar suçlu doğmuştur. Bir, bunlardan biridir. Anlamadan sevdim taşları. Çakıltaşının adıyla biçimi arasında hiçbir ilişki kurulamamıştır. Oltu taşının geçmişini bulamadım. Olsun. Gizem her şeydir. Kimi sessiz harfleri sökemedim. (Harf­lerin tini sessiz harflerde gezer. Kızılderililer bilir bunu.) Kuşlarla gittim geldim. Kuşlar sayıları bilmez, yusufcuk hariç. Doğu’da at­ların düş görmediğini anladım. (Homeros’da atlar ağlar.) Yürür­ken gördüm dağları. Dağlar yürürken düşünüyorlardı. Tanımak usu durduruyor. Dünya bizimdir! diye konuşuyorlardı araların­da sümüklüböcekler. Anladım diyemem. Anlamadım da. Sümük­lüböcekleri okumalı.

Sen ırmaklardan söz ederken konuşuyor ırmaklar, otlar gözle­rinde. Zaman bir izdüşümdür. Bir yerlere yaz bunu. Tinin dışarıya penceresi olmadığı doğru değildir. İsa’nın hayaleti hala dünya­nın üzerinde dolaşıyor. (Yalnız soruyorum. Sormak için yazar insan.) Gençliğini bilmeyen sabah tökezler. Gül ki adıyla vardır. Taş adını yüzü bulununca aldı. (Duvarcıların avcunda taş bunun için döner durur.)

Ben senin gözlerine dönmek istiyorum. Sonra da… Sonra diye bir şey yoktur. Tarih dışıdır, sonra.

Read Full Post »

 

 

 

HARFLERLE SESLER

Şihabüddin Fazullah otuz iki harfle konuşmuştur ve tini yok­tu. Harflere inanır, takke dikerek geçinirdi. İnsan yüzünde bütün harfleri gördüğü söylenir. Cavidan ‘ a yazdığı Zeyl’de (ki bulunamamıştır), gökyüzüne A harfini biçmiştir. Suya :C (Su, Tha­les’lidir.); ölüme: U (Ölüm U’dur biraz, eski püskü bir akşamüs­tü biraz da.) Ateşe: Z.

Dünya harfti, suretlerdi. Sophokles gibi resim yapmasını bil­meyen Pythagoras da harfti, ağustosböceği de, Muhammed de harfti.

Muhammed (Muhammed’i biliyoruz, yirmi sekiz harfle ko­nuşmuştur ve tini vardı ve de hiçbir kuş onun uçtuğu yere uçama­mıştır.) kulağını seslere verdi. Yalnız onları dinledi. Sesti her şey. Sesti cennet, cehennem. Bir tavus kuşu sesti. Pirinç Lapası Da­ğı’na mı gidiyordu atını otlatmaya Tu Fu, sesti. Bunun için tiniyle suretler arasında hep bir boşluk duymuştur. Bundan eli yazıya uzanmadı. Niçin uzansın? Dil, yalnızdır. Konuşmaz. Evren biz­den daha konuşkandır, diyordu. Daha yapraklı. Güneş imgelerle konuşur. Gürültüyle çalışır bir ağaç. Gürültüyle, taş. Gece, gürül­tüyle iner. Sestir evren.

Alfabe tacirdir.

NERDEN BAKSAK KENDİNİ ANLATIYOR HER ŞEY

Her şey, her şey ay gözleyen Babil’le başladı.

Adlar onu izledi. Adlandırınca, her şey sıkıcı oldu. Sessizlik bozuldu. Büyük sessizlik.

Diyorsun tarihte hayvan adlarına hiç rastlanmaz.* Çiçek adla­rıyla seslere de … Sesler ki … her şeydir.

Unutmam her şey dünyanın bir ucundan tutuyordu. Baktım zaman adını alınca tanınmaz oldu. Adını bir türlü usunda tutamı­yordu bir kuş. Sıra dağlara geldiğinde, adlarını bilmiyordu hiçbi­ri.

Ne güzel.

Adlandırmak ölümdür!

* Tarih, bu fallus bellek.

Nerden baksak kendini anlatıyor her şey.

Fatih, kısa boyluydu.

Bir firavun inciri yetiştiricisiydi Amos.

Farabi, esmerdi.

Ah, hiç tanışmamalıydık adlarla. Adlarla gördüğümüz dünya, dünya değildir. Bu yüzden yeryüzünü görmeden göçüp gidiyoruz. Ağırlığı olmayan yoktur. Burdan başlamalıydık. Çılgın zaman dı­şarda kaldı. Bölündük. Artık ne yazarsak ölümü yazarız, ölümü ve zamanı.

Neden bilmem ölümü artık dikey okuyorum. Siz de deneyin. Değer bu.

Burda kesiyorum. Duydum bir ot konuşuyor kendince. Hem kuşların doğum gününde olacağım. Gece beni bekliyor. Yolu bili­yoruz.

Read Full Post »

DÜŞÜNMEK İSTEMİYORUM
 
 
Bu dünya kadar eski bir şey yok. Gök sayrılı .Güneş sıradan.
Ağaçlar acemi. Her sabah devesiyle işe gidiyor. bir Bedevi. Her akşam kuşunu dolaştırıyor iki Çinli.
 
Bir yinelemedir dünya. Bin yıl,sonrayı görüyor bir ağaç. Bin yıl sonrayı bir dinazor. Gazali, kendini 7’ye benzetirdi. Homeros her sabah yürürdü…
 
Göz için yeni bir şey yok.
 
Korkunçluk bunda.
 
 
 
Zaman benim tarlamdır mı diyordu Goethe? Bilmek istemi­yorum. Oturduğu yerden Montevideo’yu görüyor bir ev. Sandal­ye kentsoylu. Pencere feodal. Su, belleksiz çıktı. Tin yalnız. Ben çocukken ırmak olmak istedim. Irmaklar hep çağırdı beni. Dü­şünmek istemiyorum. Dünya benim yerime düşünüyor.
 
Söz öldü.
 
Tunç: Monarşik.
 
Demir: Demokratik.
 
Bir akşam durup dururken dünyanın yaşlandığını gördüm.
 
Görmek yordu beni.
 

 

 
BENZETMELER

 
Eskilere göre ağaçlar alfabeydi. Bütün harfler ağaçlardı. A, köknar; C, melengeç; O, elma; M, selvi; P, zeytin.*
 
Gerçek benzetmelerde yatar. Hiçbir şey bundan kurtulamaz.
 
Bundan yeryüzünü bildik bulmamız.
 
“Ağaçlar som balığıdır!”  diye bağırıyordu, duydumdu bir gün bir Eskimoğlu, yattığı yerden.**
 
Benzetmelerin bu dünya!
 
 
(*) Bırakalım harfler içini döksün.
(**) Gün gelecek, benzetmeler yerküredeki bütün sesleri bulup getirecekler. O gün birden saçlarımızın uzadığını göreceğiz.
 

 
 
 
Ağaçlarla harflerin (ağaçlar benzetmelere güler) ne düşündü­ğü bilinmez. Ne ki, ağaç ağaç olmak ister, harf de harf.
 
Hem biliyoruz ağaçlarla harflerin tanınmak, bilinmek diye bir sorunları yoktur. Tebdil gezen nice nehirler, dağlar, ovalar (ova­lar İbn Batuta okuyordu) gördüm; yeryüzünde olmak yetiyordu. Ağaçların konuştuğu unutulmuştur hem. Eskiden unutmak bilin­miyordu. Bölünmemişti zaman. Geçmiş, gelecek birdi. Bir
saydamlığın adıydı zaman: Bakınca görülürdü.
 
Benzetmelerin sonu dünyanın sonudur.
 
Hepimiz bir yanımızla ordayız.*
 
 
(*) Tam bu değil demek istediğim: Ama bir tümce de kendince anlam üretir.

Read Full Post »

İM  AD  DEĞİLDİ  DAHA
 
Bir zamanlar sözcüklerin bizim dışımızda da yaşamları vardı, ama anlamları yoktu.
Eskiden bir ustura, bir su kovası, bir at yan yana gelebiliyor­du. Dünya anlaşılmak için değildi.
Eskiden sözcüklerle bu denli yakınlığımız yoktu. Balkon ile tanışmamız yenidir. (Balkon çocukluğumuzdur.) Kırmızı sesti es­kiden. Nergis kendi adını bilmezdi. Aklına estiği gibi yaşardı. Ölüm sözcüğü eskiden de iki heceydi, evlere girer çıkar, yatak turları atar, ağaçlarla alay ederdi. Bugünkü gibi de işini hep tek başına görürdü.
 
İm ad değildi daha.
 
 
Bir zamanlar anlam sözcüklerin umrunda değildi. Nuh Pey­gamber’in : “Ben iki bin yıl önce karım, çocuklarım, gelinlerim, hayvanlarımla Cudi Dağı’nda gemisi karaya oturan Nuh Peygam­berim.” sözlerine karşı – anlamın kıyılması adına – imgeleri sürer­ler (şairlerin her gece kağıtlarına yeşil Muhammed’ler, sarı İsa’lar indiren imgeleri) sözcük olduklarını unuturlardı. (İmgele­re dönüştüğünde sözcükler tanınmaz: Sözcükleri kaldırın, dünya durur!) Bazen de eğretilemelerin büyüsüne kapılıp – eğretilemeler şiirin kral yoludur – adlarının üstünü çizerlerdi. Bazı da sim­gelerin buyruğunda (simgelere elini kaptıran kurtulamaz) ordan oraya savrulup giderlerdi.
 
İm ad değildi daha.

 

 

ASKELOPİS
 
Askelopis Ephesos’lu bir kuşla dolaşırdı ve bizim görmediği­mizi görürdü. Nesneler böyledir, herkese görünmez. Gizliliği se­ver. Şairler gibi de beyaz bir dille konuşurlar. Us bunu kavraya­maz. Ama görünmeyen de yoktur. Nesneler bunu bilmez. Niçin bilsin? Hem bilmek nesnelerin işi değildir. Balıklar içinde yüzdükleri suyu biliyor mu? Ben ormanı bilmeden tanıdım, bir daha da unutmadım.* Nesneler sözcüklere dönüşmeye görsün durduru­lamaz. Yer küreyi sararlar; sonra da binlerce tümceye dönüşürler. Yeryüzünün bir ucunda binlerce nesne her sabah bunun için uya­nır. Tümcelerle öğrendim ben dünyayı. Evrenin sınır taşları. Dil­dir tek Tanrı, o cenin!

 
(Ayak basılmadık yerlerini benden esirgeme, çok görme bunu bana, sevgili dil.)
 
(*) Ey bellek, senden kurtuluş yok!

 
 
Bundan nesnelerin ötesinde bir şey yoktur. Askelopis bunu görmedi. Ölüm onu görür kıldı. (Felsefe biraz da ölümü öğren­mek değil midir?)
 
Nesneler yalnızdır mı diyorsun?
 
Nesnelere bundan böyle yalnızlığı duyurmayacağım.

Söz.

 

Read Full Post »

SU SAATİ
 
 
Sonsuzluk … Sonsuzluk. ..
Sonsuza geçerli sözcükler yoktur. Ölüme yakın sözcükler vardır. Dünyada onlarla gidip geliriz. Sözcüklerin – bu ölüm mangaları – boyunduruğundan kurtulduğumuzda, nesneler de ölümsüzlüğün alanına girer. Ölümsüzlük özlemini nesneler de çe­ker. İmam-ı Azam Ebu Hanife sonsuzluğa ulaştığında, dünyada­ki su saatını yanında bulunca hiç şaşırmadı. İlk kez bir su saatı za­manın dışına çıkıyordu. Çalıştığını duyuyordu.
 
Tansık budur!
 
 
Sonsuzluk tutkusunu öldürür sözcükler. Ölümü gündemde tu­tarlar. Akşamın ağzı yaprak doludur. Günün gece (çocuk gece). Otların, bulut. Bütün gün bildiğimizi yürüdük. Konuştuk bildiği­mizi:
 
 
WORDS ARE WORDS
 
Sözcükleri hep karıştırdım. Hep kendini anlatır sözcükler.
Gök, geç kaldığından söz açar. Su, yataylığından. Sözcüklerin dünyayı yansıttığı çok su götürür. Ağaçlara baktımdı seni öpme­den. Gördün mü gördüğünü ağaçların? Böyle konuşuruz konu­şunca. Bahçeden bahçeye geçer çocukluk. Ölüdür anlatının alanı­na giren. Geçelim onu. Dünya döndüğünü bilmez. Tin habersiz dolaşır. Güneş, adını unutur batarken.
 

Read Full Post »

DÜŞÜNÜRKEN BULDUM  KAYAYI

Düşünürken buldum kayayı.
 
Otlarla konuşmaktan geliyordum. Ölü bir yaprak; adını unutmuş bir sokak, sav dolu bir tümce, suçlu bir ırmak, bir de partal bir kuş yürüyorduk.Bir atlı karıncaydı yaşamak, onu yürüyor­duk.
 
Bilirim sözcüklerin ulaştığı yere hiçbir şey erişemez. İsa ile Karahisari’nin gömlekleri dikişsizdi. Sözcükler bunu gördü.
 
(Ey görünmezlik! Elimden tut. Gecede sözcüklerin ağırlığı daha bir artıyor. Ve … [Yazık, tümcemi tamamlayamayacağım.])
 
Anlamdan hep kuşku duydum. Evler, odalardı, unuttum.
 
Dünya ki varlığının ayırdında değildir. Trenler geçer yüzünden: Kendini varsayar.
 
 
 
Her şey, her şey konuşur evrende. Evler, çocuklar, nehirler, coğrafya. Nehirlerin vakti olmadığını okudum.
 
Coğrafya adına sevinmemiştir. Anlam sıkıcıdır. Günde üç kez aynada kendine bakar. Yalnızlık saçar. Anlamla ev yapılmaz. Anladım ama yalnızlığım sürüyor. Düşüncelerim yok benim. Ka­ya bilir kaya olduğunu, ben bilmem. Anladığımda yitirdim şiiri­mi. O gün bugün bir akarsu gibi kocadım.

Read Full Post »

Older Posts »