Feeds:
Yazılar
Yorumlar

Archive for the ‘Zivaf – Koray Sarıdoğan’ Category

Neyse ki gözleri alıştırılmıştı. Başka yerlerde ışığı da göremeyen fahri körler yaratılmıştı zira. Ne zaman dışarısı söz konusu olsa, devasa kapıdan çıktığında, retinasıyla irisini kanartıp gözlerinin kapısını zorlayarak içeri girecek güneş ışığını düşünürdü. O gün gelmiş miydi?

                -O gün geldi mi la?!
                -He geldi valla.
                Soruyu kendisi sordu, cevabı kendisi duydu. Kafasının içinde. Yıllar olmuştu dışından duymayalı. Mahalledeki kan kardeşi; çocukluk arkadaşı… Ankara’da, Altındağ’ın Örnek Mahallesi’nde… Bazıları Çinçin diye bilir.
                Koğuş arkadaşları belli belirsiz gülümsediler. O içerideyken, dışarıdakiler noktalama işaretleriyle gülen suratlar yapmayı icat etmişlerdi. Kendisi de içeride kitap okurken noktalama kurallarını hatmetmişti. Belli belirsiz noktalama işaretleriyle yarım yamalak vedalaştı. Bazen oluyordu böyle durumlar; demir kapının kırk yıllık tıkırtısının farklı tondan tınıladığı zamanlar… Bu da onlardan biriydi; içlerinden birisinin güneş ışığıyla katıksız, sek kavuştuğu adamlardan. Meslekleriyle asık suratlarını, mantık evliliğiyle beşik kertmiş gardiyanlardan iki tanesi bekliyordu. Benzer bir geç kalmış iyi niyeti de, önceki gece müdür göstermişti. “Evlat” demişti; hedefini annede bulan birkaç yıllık küfürlerin ardından son derece normaldi bu.
                Belli belirsiz çantasını aldı; belli belirsiz koridora çıktı. Gri koridora…
                -Oğlum, gri acaip bi’ renk la!
                -Nasıl la?
                -Ne siyah ne beyaz oğlum…. Ne siyah, ne beyaz…
                -Hee, doğru dedin.
                İlk günün kelepçe sızısını incelmiş bileklerinde yad ederek mesire alanı adımlarıyla geçiverdiler gri koridordan. Tavana asılmış birkaç soluk benizli florasan da değiştiremiyordu koridorun hüvivetini. Ne siyahtı, ne beyaz…
                İlk kez şu an adam gibi inceledi gardiyanların üniformalarını. Gri duvar çatlaklarının fon yaptığı düzlemde, ne kadar siyah ve ne kadar ütülüydü üniformalar. Çizgileri ne kadar belli… Ankara’da bir gün gibi, sosyal hayatta bir ömür gibi; idealize edilmiş kahramanlar gibi net ve keskindi çizgiler. Fondaki tek unsur duvar çatlakları değil, sessizliği kıran hastalıklı uğultulardı. Gerideki ve ilerideki odaların, odalardaki insanların uğultuları… Geride birileri arkasından seviniyordu; özgürlük hevesinin paylaşılmasını arzulayarak. Başkasının özgürlüğüne yancı oturup, kaybedenin ısmarlayacaklarından az buz faydalanarak.
                -Ne gürültü yapıyormuşuz la?!
                -Hee, karılar hamamı sanki.
                Güldük. İçimizden… En içeriden. En en içeride kaldı uğultular. Yerlerini, demir kilide giren sol anahtarının sesi aldı; kırk yıllık sesten farklı bir tını… Bahsini etmiştik. Yıllar önce Sıhhiye’den, Kızılay’dan, Bahçeli’den Altındağ’a, Pursaklar’a, Şenyurt’a doğru seyrettikçe sokakların kokusu değişmeye başlardı ve kimse hangisinin daha samimi olduğu konusunda karar kılamazdı. “Neymiş: Sa-mii-mi…”
                -Bu koridorlar da o sokaklara benziyo la!
                -Hee, dipten yukarı doğru güzelleşiyo…
                Mevzuyu bilmese, yeraltındaki mahşerden yukarıdaki sosyal hayata doğru dikey bir yol aldığını sanardı. Oysa gittiği yol, yatay düzlem üzerine kurulmuş suni yapılardı ve dikey olan yalnızca beyinler arasındaki güzergahtı. Az önceki uğultuların yerini, kibar selamlar, resmiyeti samimi olan hitaplar, “Bey”ler, “Hanım”lar almıştı. Hayatlarına, kopmamış zincir halkalarıyla devam edenlerin olduğu bir holde, ağzı gevşetilerek açılmış bir halka olarak tutunmaya çalışıyordu. Belli belirsiz gardiyanlar, belli belirsiz sesi olan bir takım elbiseliye devrettiler onu ve elindeki çantasını. Takım elbiseli, önünde “Information” yazan Türkçe masanın önüne getirdi. Birkaç belli belirsiz kağıt verdi eline ve belli belirsiz karakterine rağmen çok net bir imza attı kağıdın üstüne.
                -O değil de, sen o gün niye gittin la!
                -Hee, iyi geldi aklına. Gitmedim sandım oğlum, gitmişim, valla bilmiyodum.
                Takım elbiseli elini uzattı ona; belli belirsiz el sıkıştılar. Neyse ki korktuğu gibi çok da uzak kalmamıştı aydınlığa. Arada bir çıktıkları havalandırmalar sayesinde bu açığı kapatmıştı. Kaldı ki o aydınlığın olmadığı yerler de varmış; o yine iyi durumdaymış. Information’a sırtını verince saat on iki yönünde lacivert boyalı kapıdan sonra, bir bahçenin ardından göz kırpıyordu devasa kapı. Kapı o kadar devasaydı ki, ikisi de açık hava olmasına rağmen önüyle arkasının iklimi farklıydı. Her iki tarafta da ağaçlar vardı ama kuşlar dışarıda cıvıldamaktaydı. Her iki tarafta da insanlar vardı ama tanıdık gelenler –tanıdık olanlar değil- dışarıda yaşamaktaydı. Güneş ışığı iki tarafta da vardı; ama içeridekinde gözlerine filtre takılıydı. Dışarıdaki sekti; sek güneş ışığı… İki atımda dünya döndüren, iki fırtta baş döndüren…
                -O gün bugün mü la?
                -Hee bugün. Oğlum özgürlük güzeldir.
                -Sen iyi bilirsin tabi. Benden önce ulaştın.
                -Özgürlük güzeldir oğlum.
                -He biliyom la, güzeldir. Zor kazanılır.
                -Bedel lazımdır di mi?
                -Belki lazımdır, ame kendisi bedel değildir o kesin.
                -Hee, öyle diyosan…
                -Çantayı bırak oğlum la!
                -Bak işte, o niye?
                -Özgürlükte lazım olmaz.
                Devasa kapı, cüssesine yakışır sesiyle açıldı. Önünde ve arkasında bekleyenler aynı üniformalıydı. Onları selamlamaya zamanı olmadı. Kafası da olmadı. Özgürlüğe ulaşmak için bir şeyler kazanmak yerine kaybetmişti. Bedenindeki özgürlüğü çoktan elde etmişti de zihnindekini becerememişti. Şimdi sıra ona gelmişti. Kapıların hizasından iki adım öne yürüdüğünde, beklemediği kadar sert vurdu gün ışığı. O son kadehi içmemeliydi belki. Ne avludakine, ne bahçedekine benzedi. Karanlıktan uzaktıysa da fahri körlerden olmuş gibiydi. Güneş ışığının gerçekçi ışığında boğulurken, gözlerindeki görüntü, -belki de gözleriyle birlikte- parçalanıverdi. Retinasının kızlık zarı, alışmadığı türden bir ışıkla zivaf etti. Sesler, insanlar, belli belirsiz bütün ayrıntılar, vesaireler… Hepsi, kadrajının ortasından  birkaç parmak daldırılmış gibi yırtılıverdi…
                Velhasıl, arada kalmaktan kurtulmuş bembeyaz bir odada buldu kendini. “Hem o, hem bu” iken “Ya o, ya bu” oldu. Çırpınıyorsa da yalnızca belinin sağa sola kımıldadığını hissetti. Çünkü kolları, kendi gövdesine sarılarak kilitlenmiş bir beyaz gömleğin içindeydi.
                -Özgürsün oğlum, bak güzeldir özgürlük.
                -N’oluyo la?!
                 
—  —  —  —
                Bir fısıltı:
                “Ne siyaah ne beyaaz…Ne siyaaah ne beyaaaz…ne siyah ne beyaz…ne…”
 
4k/KalemKahveKlavye

Read Full Post »