Feeds:
Yazılar
Yorumlar

Archive for the ‘Deli Rind – Kali Rind’ Category

Size alnınızda okunaklı bir yazı olduğunu söylersem ne yaparsınız? Üstelik külli bir kadercilikten de bahsetmiyorumdur. Programlanmışçasına kaydedilmişsinizdir. Size, hayatınızın bütün rasyonel hareketlerinin gerisinde, şimdi geri dönüp asla değiştiremeyeceğiniz olayların travmaları var deseydim aklınızdan bugünkü kadar emin olabilir miydiniz? Belki de evet, olabilirsiniz. Çünkü aklınız çoktan sizin hakikatle kurabileceğiniz bağı koparmıştır. Egemenliğini sizin elinizden alıp, sizin adınıza hükümdarlığını imparatorluğuna evirivermiştir. Kim bilir? Bundan sonra sizin bilemeyeceğiniz kesin. Siz, sizden bahsediyorum efendim. Aklınızın gölgesinde yaşayan ve kendisine ben diyen saltanatında, köleliğine mahkûm edildiğiniz aklın kulu sizden. Bunca zamandır, kafanızdaki seslerin diyalektik mücadelesini duymuyordunuz. Psikologlar bunu bir iyileşme belirtisi olarak sayıyorlar. Çatışmayı çoktan bıraktığınıza, dingin zihninizle yaşamaya başladığınıza bağlıyorlar sözü. Aklın zaferi diyorlar buna. Siz, çatışmayı değil, kendinizi bıraktınız; yanlışlığa üstelik. Sessizliğiniz varlığınızı garanti etmiyor; ya da akıllıca konuşuyor olmanız tabii. Akılla var olduğunuzu düşünüyorsunuz. Ya o varlık yanılsamaysa? Akılda da yok olunabileceğini, hem de kötü bir biçimde yok olunabileceğini bilmiyor muydunuz? Rasyonel soykırımlardan haberiniz olmadı mı hiç? Aklın iktidarı kanlı bir iktidardır diyen bir filozofunuz bile olmadı mı sizin? Üzüldüm adınıza. Çünkü şu anda beni çok uzaklardan dinlemek zorunda kalabildiğiniz ihtimalini düşündüm. Elbette ben de bunu düşünürken aklımla düşündüm. Ama merak etmeyin, onun iktidarında değilim.

Onun iktidarında olmayan herkesin delilik içerisinde gezindiğinden emin modern toplumun tımarhanelerinden işittiğiniz hakikat sizi dönüştürebilir mi? Deli olmaktan söz ediyorum. Sizce de oyunu bırakmak güzel olmaz mı? Yoksa hayır, hayır olmaz mı diyeceksiniz bana? Benim büyük oyunum bitti efendim. Belki de küçük oyunlarımdan söz edilebilir. Yine de benim ne kırmızı kartlarım var ne de yeşil. Sizi onaylayacak ya da yargılayacak düzeneklerim, mekanizmalarım, hâkimlerim, ödül dağıtan memurlarım da yok. Bunca konuşmam yargı için değildi. Sere serpe koydum durumunuzu ortaya. Biliyor musunuz efendim, içimdeki Pavlov köpeklerini aklınızın ormanında serbest bıraktım; böylece sizin tımarhane dediğiniz yere girerken, onlar benimle gelmediler.

Sizin politik dilinizi de gayet iyi biliyorum. Mal mülk sevdasını, kendi ellerinizle kurduğunuz sorunlar yumağını hararetli ama boş boş tartışmalarınızı iyi biliyorum. Ama işte ben, akıllılığınızın özünü, toplama kamplarınızı, termonükleer oyuncaklarınızı, elinizdeki çerezlerle eğlendiğiniz öldürmelerinizi, bilimsel deyip, bilim dışı olarak geride bıraktığınız her şeye bakarak, ne tür bir iktidar biçimini sahiplendiğinizi görüp onaylamayı reddediyorum; bu oyuna katılmıyorum. Bedeninizi yaşatmak gayesiyle ruhunuzu katlettiğiniz aklınızın mutluluğu yüreğimi burkuyor efendim. Rasyonalitemin bedenimi koruyan ve ona “bu beden sensin” diyen hukukunu çiğnedim. Benim oyunlarım masumdur efendim. Bu ben, ben olmamalıydım. Anlıyor musunuz? Bu saf benin oyunları da sizin akıl oyunlarınıza benzemez. Deliliğimin gerekçeleri en dışsal koşullarla şekillenmiş savunma mekanizmalarından mürekkep bir ben’in rasyonelliğine dayanmaz. Böylesi akla da bu tür delilik yakışırdı zaten.

Bakın, şu anda sizin gibi aklımı konuşturuyorum efendim. Ona emrediyorum ve ağzımdan sözcüklerini döküyor. Fakat deliliğimi anlatıyor.

Evet, sizleri bir de ne olarak görüyorum biliyor musunuz? Çeşit çeşit hayvanlar; ama akıllı, rasyonel, aklı insani aklın en rasyonel biçimiyle donatılmış hayvanlar olarak.

Birçokları korkuyor bu görüşümden. Fakat sizleri, farklı hayvanların suretinde görüyor olmamın ne zararı var? Mesela efendim, siz, siz bir sırtlansınız. Evet, sizden bahsedeyim biraz, hım… Leş yemeyi çok iyi beceriyorsunuz efendim. Ölmüş olan her şeyin tadı hoşunuza gidiyor. Kuşkusuz psikologların çoğu sırtlandır. Sizin de bir psikolog olduğunuzu işittim. Öte yandan, başkasının içine ve kendi içine azıcık da olsa bakabilmeye meraklı herkes psikologdur nazarımda . Evet, aslı olmalı bunun. Sizler leş yiyiciler familyasının takdir ettiğim bir türüsünüz. Zira akbabalar daha çok endişelendirir beni. Ama bir sırtlan olarak benden aldığınız şu ölü besin, bilgi besini, belki de suretinizi değiştirecektir. Belki, leş yemeyi keseceksiniz benden sonra. Ama kolay olamayacak bu. Olsa bile, dönüşeceğiniz şeyin de takdir edileceğini hiç sanmıyorum. Çoğu leş yiyen öküze dönüşür en fazla. Hani otu önünde olduğu müddetçe, en yakındaki tehlikeyi bile yok sayan familyalardan birine işte…

İnsan da ölür, öküz de ölür efendim. İnsan’ın da aklı vardır, öküzün de efendim. Ama ne öküzün aklı öküze yetmiştir, ne de insanın aklı insana. Aslına bakarsanız akıl çoğunda zaten insan aklı değildir. Bence gerçek insan aklı, kendi sınırlarını bilen edebin aklıdır. Öküz aklı da, kendini aklı sanan hayvan aklıdır ki tam da bu yüzden aklının varlığından bile haberdar değildir. Öküzün öküzlüğü aklına mugayir hareket etmesinden değil, bilakis aklıyla gerçekleşir.

Diyeceksiniz ki, insanın aklı müstesna! Ben senelerdir berduş olarak yaşadım da, henüz dediğiniz müstesna aklın kandiline rast gelemedim efendim. Sonra erbabından öğrendim ki, -özür dileyerek tekrar etmiş olacağım ama- bu müstesna aklın öküzden farkı, kendi acizliğine boyun eğip dolaşmasıymış.

Sadede geleyim efendim: Diyorum ki, nerede tevazuya sarılmış sevgi gördüysem, nerede incitmekten sakınıp boyun bükmüş insan gördüysem, nerede muhabbetinde güzellik açan, iyilik saçan âlim gördüysem, orada gerçekten de insanı gördüm, ama onun aklını göremedim. Zira sevginin nuru gözümü kamaştırmıştı. O zaman aklı aşan ışığı buldum. Ona da tutuldum da bu tutulmaya aşk dediklerini gördüm.

Efendim, böyle diyerek aklınızı ayıplamıyorum. Hele hele insan aklını hiç ayıplamam. Çünkü o olmadan, bu nur da görülemez. Sözüm şudur ki, akıl akıldan üstündür efendim. An gelir, aklın da üstüne ulaşılır. Oraya da ancak insan aklı ulaşır da, orada kendini bırakıverir. Tahtından iniverir. Ben böyle bir aklı ayıplamam. Amma öküzün aklına, insan aklı diyenlere şaştım kaldım. Öküzün altında buzağı arayanlara ne demeli?

Sizler biliyorsunuz, bilgilisiniz, hatta bilgiyi tahlil ediyorsunuz. Diğerleriyle, ötekileriyle kulaklarınızla işittiğiniz, gözlerinizle gördüğünüz ve burnunuzla kokladığınız, dilinizle tattığınız ve derilerinizle dokunduğunuz ortak bir alanınız var. Bu sizi bilgili kılıyor. Diğerlerinin de sizinle aynı bilgiyi paylaşıyor olması, o bilginin mutlak, zaman üstü ve mekân ötesi olduğunu kabul etmenize gerekçe teşkil ediyor. Fakat efendim yargı olarak algılamayın söylediklerimi ama hepiniz aynı torbanın içindeki misketlersiniz. Sizlerin filozofları bana torbayı tanımlıyor, torbanın içindeki durumu tanımlıyor. Torbaya göre nasıl yaşayacağımı, torbayı dikkate alarak neler yapmam gerektiğini öğütlüyor. Bu torba sizin uzayınız olmuş. Evrensel ahlak yasalarınız bu torbadan dışarısına uymaz. Efendim, bildiklerimiz bedenlerimizi kurtarsa da, bizler torbanın dışı söz konusu olduğunda hiçbir şey bilmiyoruz. Filozoflarınız efendim, dünyaya çakılı kalacak kazık gibi konuşup durmuşlar. Sonlu bedenin sınırlarında evrensel bir ahlak yasası! Gülmeme izin var mı efendim?

Tek yaptığım efendim; aşktan uzak, ölüme mesafeli filozoflarınızı zihnimden çıkartıp eski emeklerimin karşılığını almadan dünyaya verdim. Annem çok okuyup delireceğimden korkardı. Korktuğunun başına geldiğini düşündüğüne ne şüphe! Bense burada hiçbir dünyaya sığmayacak hakikatimle baş başayım. Sanıyorum ki dünya size kocaman geliyor efendim. Ve sanıyorum ki bu yüzden onun içinde kendinizi hür sayıyorsunuz. Oysa ben bir âlem keşfettim ki, sizin özgürlük dediğiniz zindanı terk ettim. Zaman zaman tımarhanelerde görürsünüz beni. Oralara içinizden zindan diyorsunuzdur, ya da ona benzer bir şey, her neyse… Hayır, efendim, zindanlar, gardiyanlarımızın bizleri kapattığı zihinlerimizde. Aklın tutsakları olarak, görebildiklerinize seviniyorsunuz kuşkusuz. Bana acıyorsunuz da. Ancak böbürlenme sanmayın söyleyeceğimi ama alçakta olan yüksekte olanın halini bilemez. Kapsanan kapsayanın tümünü idrak edemez.

Bir iç mekânda, açık bir pencereye dayanmış merdivenin başındasınız. Bense merdivenin pencereye dayanmış ucundan manzarayı seyrediyorum. Sonra da pencereden atlıyorum. Sizler aşağıda ne düşünüyorsunuz? “Deli! Aklını kaybetmiş, aşağıya çakıldı”. Efendim gördüğüm manzarayı aklınız almaz. Üstelik orada çakılmak diye bir şey olmadığını, merdivene tırmanıp pencereden bakmadan bilemezsiniz. Herkes o diyarda uçuyordu. Ben de kendimi bıraktım, uçtum. Dünyalık aklım dünyada kaldı. Pek de işe yaradı. Ama artık bu evrende başka bir akıl gerek.

Zamanı avuçlarıma alıp kokladım. Ve zaman, zaman… Ten kokan zaman. Düşlerimi paslı zincirleriyle bağlamış, kırık kutsal levhalarımın yazılarını bile okumama izin veremeyecek kadar çürütmüş onları. Ellerim ve eklemlerimde hareketimin robotsu ritmini yelkovanına bağlamış… Gıcırdayarak uğurladığı hayatımdan söktüm onu.

Alışkanlıklar çarkından çıkardım, çürümenin hâkim olduğu her yerden aşağıya attım kendimi. Bir yiğit gibi… O, canımı almadan aldım ben. İntihar mı? Keyfine hâkim kılıp öldürdüğü onca benden sonra, yapabileceğim en kestirme şeyi yaptım; maskelerimi zaman çekiciyle keyifle kıran sonra da başka bir kırma zamanına dek yeni bir maskeyi yüzüme takan arzu bileklerini jiletten yalnızlığımla kesip attım.

Bu zaferin başlangıcı şöyle oldu:

“Yelkovanınızla düelloya tutuşmaya ne dersiniz?” diye soran bir duyguyla karşılaşmıştım bir gün. Teklifini reddetmek istemedim. Gençliğimi ebedi olarak muhafaza edeceğimi sanıyordum. Tam tersi söz konusuydu: Zamanın nihayetindeki halim, en yaşlı halimi gençliğimde kapabilmem gerekiyormuş.

Bu delilik olabilir, bu bunama olabilir, olabilir, olabilir… Olsun dedim. İnsanın çıplaklığı onu bunak ya da deli yapacaksa, buna değer dedim. Çünkü bu giyinik ve edepli yalanların, yanılgıların süsü ve övgüsü, henüz bulamadığım yumuşak özüme değil, sert kabuklarıma aitti.

Ama en sonunda, zamanın nihayetindeki halim, en yaşlı halimi buldum; Ruh halimi…

Read Full Post »