Feeds:
Yazılar
Yorumlar

Archive for the ‘Sözcükler 34 (D.H. Lawrence – Terry Eagleton)’ Category

D.H. Lawrence – Terry Eagleton

‘Oğullar ve Sevgili’lerde Lawrence, sadece işçi sınıfı üzerine yazmaz. Aynı zamanda işçi sınıfının dışına çıkmak üzere/üzerine yazar. Dolayısıyla “bilinçliliğe doğru hamle”yi simgeleyen Gertrude Morel’i sevdiği bellidir. Ama “bilinçliliğe doğru hamlenin” getirileri gibi götürülerinin de olduğunu sezdirir Lawrence. Mesela genellikle standart İngilizceyle konuştuğu halde, duygulandığında Nottinghamshire diyalektine dönen Paul, fikirlerin ortasınıftan, samimiyetin ve hayatınsa işçi sınıfından doğduğunu düşünür. Lawrence ise hayatla ilgili “soylu” fikirler üreterek, bu ikisini birleştirmeyi dener. Ne var ki ait olduğu işçi sınıfından uzaklaşmasının Paul için bazı tehlikeli sonuçları olacaktır. Babasının romanda gittikçe daha fazla itibarsızlaşması da bununla ilgilidir. Oğlanın işçi sınıfından uzaklaşmasının doğurduğu acıyı hafifletmenin yollarından biri budur.

Paul, işçi sınıfını terkederek sadece sıcaklık ve hayatı değil, en az onlar kadar değerli başka bir şeyi daha geride bırakır. Lawrence’ın duyumsal, pasif, dilsiz yaratıklar olarak betimlediği maden işçileri, ‘Oğullar ve Sevgili’lerin tamamlandığı yıl, Britanya tarihinin en büyük grevinin mimarları olmuştu. Maden ocakları, sınıf savaşının şiddetiyle sarsılmıştı. Yani olanlara, içgüdüleriyle hareket eden insan azmanlarının eylemleri demek mümkün değildir. Ama Lawrence gerçek hayattaki Walter Morelleri unutup, politik dayanışma yerine köksüz bir bireyciliği yeğledi. Büsbütün Lawrence’ın günahı değildir elbette bu: Orta sınıfların kalabalık olduğu toplumların yöneticileri, daha az “seçkin” yurttaşlarıyla Faustçu bir anlaşma yaparlar. Anlaşmaya göre, daha az “seçkin” yurttaşlar arasından birkaç kişinin ikbal merdivenini tırmanmasına izin verilir. Merdiven, bütün bir sınıfı aynı anda taşıyacak değildir ya. Bir, iki kişi yeter. Dünyevi başarıyla, şahsi çıkar işte böyle iç içe geçer.

Lawrence’ın, emekçi erkekleri arpacı kumrusunu andıran, alık bir duyumsallıkla, emekçi kadınlarıysa hırsla ve özgürlüğe daha meyilli bir vizyonla ilişkilendirmesi şaşırtıcı değildir. Proleter babasıyla küçük burjuva annesi arasındaki karşıtlıktan çıkardığı sonuç budur. ‘Gökkuşağı’nın olağanüstü girişinde, çiftlikteki erkekler içe dönük karakterler iken kadınlarsa gözleri ufuk çizgisine çevrilmiş umut dolu karakterlerdir. Kocası Will, cinsel ve tensel birleşmeyi arzularken Anne Brangwen, yalnızlığı ve ayrıksılığı yeğler -tıpkı Ursula gibi. Bu ikili karşıtlık (dikotomi) şaşırtıcıdır esasında, çünkü Lawrence’ın “metafizik” üstüne yazılarında ayırıcı özelliklerini saptadığı erkeklik ve kadınlık ilkeleri bunlar değildir. Ortalama cinsiyetçi stereotipleştirmede erkeklik kudret, ruh, bilinçlilik, aktiflik, bireysellik gibi özelliklerle özdeşken; kadınlık beden, duyumsallık, mahremiyet, süreklilik ve pasiflik ile özdeştir.

Lawrence’ın kadınlardan nefret etmesinin iki çelişik sebebi vardır. Bir kere Lawrence için kadın, erkeğin özgürlüğüne ket vuran, kendini gerçekleştirmesini zorlaştıran duyumsallığı simgeler. Ama kadın tuhaf bir özgürlüğü de simgeler Lawrence’ın zihninde: Erkeği bedensel içgüdülerinden, ait olduğu topluluktan ve doğadaki duyumsal köklerinden koparan bir özgürlük. Lawrence erkeklik ve kadınlık ilkelerini aynı zamanda tarihi bir eksene oturtur. Buna göre antik dönem kanun, ten ve kadın çağı iken modern dönem aşk, erkeklik, ruh ve idealizm çağıdır; gelecek ise bu ikisinin diyalektik biçimde sentezleneceği çağ olacaktır. Zaten Lawrence’ın karakterleri bir şeyden kuşkulandıklarında, hemen diyalektiğe sarılırlar. Mrs. Morel’in oğlunu mahvetmesinin sebebi de iki tarihi ilkeyi sentezlemeye çalışması değil midir?

Lawrence, Marxist eleştirmenler gibi, sanatçının çoğu zaman bilinçsizce, teorik hedeflerine ihanet ettiğini düşünür. Lawrence’a göre her sanat yapıtı, “kanun” (law) olarak adlandırdığı belli bir doktrini ve onun eleştirisini (buna da “aşk” -love- der) içermelidir. Lawrence, hayat konusunda sıkı mutlakçı iken koşullara bağlı, istikrarsız, açık uçlu bir edebi tür olarak gördüğü romanın biçimi konusunda görelilik yanlısıdır. Lawrence’a göre roman, duygudaşlıkların kesintisizce akışı ve geri çekilmesi, dogmatik sistemler içerisinde anlamlandırılamayacak kuvvetlerin hassas dengesidir. Romanı dogmatik bir sisteme mahkûm etmeye kalkışırsanız isyan eder, yönünü şaşırır, der. İşte bu yüzden anlatıcıdan çok anlatıya odaklanmamızı ister. Dogmatizmden böyle uzak durmak, liberallerin yürekten destekleyeceği bir durumdur gerçi ama Lawrence’a liberal denemez. Dogmatizme düşmanlığı, hayatın hiçbir baskıya boyun eğmeyen, mutlak bir kategori olduğunu düşünmesinden ileri gelir. Açık uçluluğu, “nihai” mutlaklık adına destekler.

Gerçekçi romanlar -biçimleri gereği- görüş açısı çoğulluğunu önemserken yaptıkları soyutlamaların somut deneyimlerce nasıl test edildiğini göstermelidirler. Pek çok yazar gibi Lawrence’ın romanlarının en berbat olduğu yerler, ideolojisinin edebiyatına hükmettiği yerlerdir.

‘Gökkuşağı’ bir ailenin tarihine odaklanarak 19. yüzyılın büyük gerçekçi anlatı geleneğini sürdürür. Ama roman ilerlerken toplumsal gerçekçiliğin yerini içsel ve mistik bir tarih anlatısının aldığını görürüz.

Lawrence’ın sıradan şeylerden duyduğu karakteristik neşeyi gözlemleriz bu romanda (küçük bir çiçek, gemiye benzeyen kaz, içinde mikroskop olan oda gibi). Çiftlik ve okul hayatının zarif portrelerini, içsel hayatın diliyle harmanlar. Varlığın dili (bu tanım iyi herhalde?) gerçek dünyayla bağını yitirdiğinde rapsodikleşir, ayin havasına bürünür, soyut ama nefes kesici bir yoğunluğu pompalar.

Sonuç, devrimci bir üsluptur -ama neşesi kaçsa sıradan dünyayı önemsizleştirme tehlikesini barındıran bir üslup. Neşe sıradan üzerinden hayata içkinmiş gibi ifade edilmekle beraber, bakışlar ve değerlendirmeler derinleştikçe yabancılaşmanın vakur koyu rengi kaplamaktadır romanı. Doğrusu bu iki özellik iç içe geçmiştir. ‘Gökkuşağı’nın “hayal dünyası ve gündelik dünya” dediği şeyler arasında gitgide genişleyen bir yarık vardır.

sf 61-62-63

Çeviren: Barış Özkul

———

(Sözcükler – 34- Kasım-Aralık 2011/6)  

/İki Aylık Edebiyat Dergisi/

———

Ayla Sözcükler İstanbul’da öpüşsün:

Renkleri tek tek alırsan hepsi tarikat!

cemal süreya

———

Sultan Mecidiye/İstanbul

Read Full Post »