Feeds:
Yazılar
Yorumlar

Archive for Ocak 2012

 

5010.

Amcık Kate—

(kıpkırmızı kesilerek) Yoo, madam. Benim istediğim kırmızı yelekle bahtiyar St. Jorj!

Stephen—

Orospu çığlıkları sokaktan sokağa

Dokuyacak Yaşlı İrlanda’nın kefenbezini.

Er Carr—

(kemerini gevşeterek bağırır) Benim puşt pezevenk kralımın aleyhine bi laf eden hangi ibne pezevenkse boynunu kıvırıp koparıveririm.

Read Full Post »

Bengü Bade…

 

 

 

Bir yudum şarap gibi düşün tadını, minik damlayı dudaklarından çekersin nefes almadan, ağzında çalkalar lezzeti, damağına yedirirsin.. sonra boğazından aşağıya süzülürken ateş gibi yakar.. Beynine giden mesaj telaşlanırken, yanaklarında oluşan al renginin alevi akar ve göz damarlarından fışkırır dünyaya.. Tatlı bir kıyamete hoş geldin busesi konar istediğin noktana.

Oyalanma zırhını giy, ama ellerini boşlukta bırakma.. Yumruklarını sıkma, bilirim kuvvetlisin, rahatla, gözlerini bir kaç defa aç kapat kirpiklerin süzülsün.. alıştır zevk-i sefaya….

Tam şimdi son kez aç gözlerini, iyi bak ne görüyorsun… sakın konuşma.. şimdi gördüklerini değil.. görmediklerini anlatma zamanı.. gözlerime dal.. yut beni kendine..

Olmadı… Şu anlam karmaşalarını bir kenara bırak, sıfır olmalısın.. adın olmamalı bunları anlatırken, duyguların olmamalı.. anlatan da sen olmamalısın.. şimdi benim gözlerime bak, gör kendini ve yut kalbini.. ben sana aynayım.. İletken olarak görmelisin beni..

Görsel bir şov düşün bunu, tekrarı mümkün değil.. aslı yok, sureti yok .. Beynin şahlanacak, her damla kanın dalga olup, geri sana çarpacak.. Bir yelken yok, bir ışık, bir ses yok unutma!

Çarp benim gözlerime, çemberinin içine gir, kuzey yıldızı olacak oralarda .. doğu, batı yok bu sefer tek yön var.. İşte tam zamanında şov başlıyor..

Gökkuşağı patlayacak az sonra, renkleri cinayet sonrası soğuyan cesetlerin etrafını saracak, sen kimliksiz bir ruhun çizgilerinde kıvrıl kal orada.. sorgulama gördüklerini, kelebek diye gördüğün güvelere dokunma, sarsıntılar başlayacak tutunma, gökten yağan yıldızlar gölgeleri savururken sağa, sola.. takip etme sakın gölgeleri, çift başlı yılanların çukurlarında demlenir zehirleri ..
Hafif yakıcı acımsı rüzgar çevreleyecek savuracak belki seni, direnme..

İşte dağların tepelerin düzleştiği, etrafında dört mevsimin yıkıldığı, yanardağ magmaların lav kustuğu nokta…….
Tenin bulanırken cehennem ateşine, hisset adına kurulan harflerin işkence edişini tozunda, toprağında…..

Şimdi yum gözlerini sen; aldığın şarap tadını hatırla, kuşandığın zırha, sevaba dokun.. sonra anlat bakalım çapaklarına aldırmadan, akışına bıraktığın beyin hücrelerin nasıl sızdı boşluğa ?

Read Full Post »

“…”tan hayat!

*…..*tan. HAYAT

hayat bir kaldırım taşında yürümeye çalışmaktır. hayat susmaktır.hayat sırf konustukların anlamlı olsun diye onun gözlerine bakamamaktır. hayat elini eline değdirdiğinde sımsıkı tutmaktır. hayat kendini kandırmaktır. hayat başkalarını kandırdığını sanıp yanılmaktır. hayat başladığın yere dönmektir. hayat başını alıp gidebilme cesaretidir. hayat korkaklıklar bütünüdür. hayat yapamadığın her şey için başkalarını suçlamaktır. hayat kiliseye dikilen mumdur. hayat sadece oyundur. hayat bir kumardır. hayat koca şehirde tek başına kaldığında içinde ki çocuğun ağlamasıdır. hayat öğrendiklerindir. hayat unuttuklarındır. hayat beyoğlu’dur. hayat şaraptır. hayat rakının yanında giden kavundur. hayat yemekten sonra içilen sigaradır. hayat hiç tanımadığın bir insana aşık olmaktır . hayat tv de izlediğin şarkıya eşlik etmektir. hayat dans etmektir. hayat kendini büyütmektir. hayat bazen acı bazen ekşi tecrübeler bütünüdür. hayat birileri için herşeyi yapabilcek olmaktır. hayat savaştır. hayat barıştır. hayat kararsızlıktır. hayat karar vermekle geçen bir ömürdür. hayat geceleri uyumamaktır. hayat annedir. hayat babadır. hayat en sevdiklerini elinden alan ölümdür. hayat son kurşunu kendine ayırmaktır. hayat yerde bulduğun paradır. hayat yeni bir albümdür. hayat elinde kalan ucu yırtık son resimdir. hayat film gibidir. hayat okuduğun en güzel yazıdır. hayat her sabah aynada baktığın yüzündür. hayat eline batan dikendir. hayat papatyadan fal bakmaktır. hayat kavga etmektir. hayat dayak yemektir. hayat büyüdüğün çizgi filmlerdir. hayat aldanmaktır. hayat aldatmaktır. hayat kıskançlıktır. hayat paylaşmaktır. hayat yağmurdan keyif almaktır. hayat sınıfta kalmaktır. hayat sözlüye kalkmaktır. hayat sınavda boş kağıt vermektir. hayat gözgöze gelmektir. hayat kur yapmaktır. hayat çalışma masandır. hayat film izlemektir. hayat bir boşluktur. hayat kişi başına düşen mutluluktur. hayat tek başına kalmaktır. hayat onun hakkında yazılar yazmaktır. hayat geçirdiğin en kötü gündür. hayat her gece uyumadan önce tanrıya dua etmektir. hayat şeytana uymaktır. hayat yeni bir ayakkabıdır. hayat gidilecek yolların bütünüdür. hayat bir ileri bir geriye giden salıncaktır. hayat ilkokul öğretmenine aşık olmaktır. hayat kendini başkalarından korumaktır. hayat büyük bir orgazmdır. hayat bitiş çizgisine son olarak varmaktır. hayat bağışlamaktır. hayat büyüklüktür. hayat küçük düşmektir. hayat uzun bir yoldur. hayat kısa çöpü çekmektir. hayat inadına yaşamaktır. hayat inadına isyandır. hayat tatmin olamamaktır. hayat daha fazlasını istemektir. hayat azla yetinmektir. hayat gece ve gündüzdür. hayat nisan ayında yağan yağmurdur. hayat annenin güzel yemekleridir. hayat aç kalmaktır. hayat dayalı döşeli yaşamaktır. hayat hiç bir şeye sahip olamamaktır. hayat geride bıraktıklarının bir bütünüdür. hayat herkesi karşına almaktır. hayat dilinin ucunda dolanan bir şarkıdır. hayat ölüme giden tek yoldur. hayat yaşamaktır. hayat adaya düştüğünde yanına alacaklarının bütünüdür. hayat bardağın boş tarafını görmektir. hayat o bardağın yarısını içebildiğin için sevinmektir. hayat saçmalıktır. hayat mantıktır. hayat büyük bir yap bozdur. hayat bir labirenttir. hayat köşeye sıkışmış bir faredir. hayat pisliktir. hayat koklamaktır. hayat tanrının bize verdiği bir ev ödevidir.hayat büyük bir bilmecedir.hayat üzerine felsefe yapılan en *…..*tan . şeydir.hayat yaşamak mecburiyetidir.

 

Alıntı—

Read Full Post »

Welcome to Fight Club!

You have to fight!

ben bir dinozorum,,, dinozor kadar beynim var,,, ve dünya bir yokoluşa sürüklenirken,,, bir dinozorum dedim ya,,, yokoldular,,, yok olma kaygısı taşımam doğal,,,

bu ara nüfus istatistatiklerine göz atıyorum,,, dar alanda,,, türkiyeyi inceliyorum,,, geçmiş nüfus sayımları, hatta ermeni kıyımı bile nüfus sayımlarında açıkça görünüyor,,,

istatististik bi ton sayıdır,,, tablo olarak bakarsanız sıkıcıdır,,, ama o sayılar pek çok hikaye anlatır,,, konuyu biraz renklendirmek için türkiyede en çok kullanılan kadın ve erkek isimlerine baktım,,,

1950 yılından 1992’ye kadar en çok kullanılan kadın ismi Fatma,,, 1950’den 1989’a kadar ikinci kullanılan isim Ayşe,,, Fatma anamızdı,,, ve Ayşe Muhammed’e aşıktı,,,

Son 11 yılda ise bir yıl hariç Zeynep ismi tek geçilmiş,,, bu süre içinde Elif ismi de ekürisi olmuş, o eksik yılda eküri göğüslemiş ipi,,,

son 60 yılda en çok kullanılan 100 kadın ismi için 291 isim kullanılmış,,, burasını barışı deli etmek için yazayım,,, zeynep 289. sırada,,, 17×17,,, anılı erkek lis(t)esine yollamışlar, alfabetik sıralamada 17’de. (kolejdeyken iki tane anıl diye kız arkadaşım olduğu için kız ismi olduğunu zannediyordum, uniseks bir isimmiş,,, tabloda N sütunu 17. sütun 1989’u gösteriyor (bulmaca çözmüyorum ben, belki de bulmaca yaratıyorum, o materyalist beynine allerji yapıyor değil mi, bana da allerji yapan çok şey var merak etme, şarap gibi düşün, kiminde sohbet, kimini bozar))

1950 yılındaki ilk 5 erkek ismi; Mehmet, Mustafa, Ahmet, Ali ve Hüseyin,,,

Mehmet ismi 2002’ye kadar en çok kullanılan isim, 2010’da 3. sırada,,, 2006 yılında Arda ismi 1. olmuş,,, Futbolun gücü,,, akabinde 3 yıl 2. isim olmuş,,, 2010’da 5. sırada,,,

Ve gelelim sürprize,,, bir yanı modernleşirken light müslümanlığının rengi de belirginleşen Türkiye’ye bakalım,,,

2003’ten 2010’a kadar, Arda’nın attığı golü saymazsak en çok verilen erkek ismi Yusuf,,, hem Peygamberinin, hem kurucu liderinin adının aynı olması Mustafa ismini 2010’a 2. sırada yazmış,,,

Muhammed ismi 1986 yılına kadar ilk 100’e girememiş, bu bana makûl de görünüyor,,, o ismin kendinde kutsallığıyla ilgili bir algıyı gösteriyor olmalı,,, 1986 yılında sıralamaya 91. sıradan giren Muhammed, son altı yıldır ilk onda,,, 2010’da 7. sırada,,,

sosyolojiye devam; 80 darbesiyle beraber listeye giren isimler var; umut, özgür, barış ve deniz,,, birinci ligde olmasalar da küme düşmemişler seksenlerden sonra,,, on yıllık koyu faşizmini yaşayan türkiyeyi en güzel anlatan isim ise, 80-90 arası ilk on isim arasında kullanılan özlem ismi,,,

bu kırılmayı gösteren sosyolojik bir hikaye daha anlatayım,,, trabzonspor 1976-81 arası beş yıl aralıksız şampiyon oldu,,, o sadece bir ili temsil eden bir klüp değil, tam da yetmişlerin havasına uygun olarak ezilenleri, anadoluyu temsil eden bir klüptü,,, rüzgarın etkisi ve nasıl boğulduğu ortada,,, seksenden sonra istanbul the finanskapital 3 takımlı bir şov sergiledi yıllarca,,,

trabzonsporun şampiyon olduğu yıllarda (sadece o yıllarda) şenol ismi de listeye girmiş,,, aslen trabzonlu olduğum için, trabzonsporun gerçek yıldızının şenol güneş olduğunu iyi hatırlıyorum çocukluktan,,, kaleye sen geç’ten, kaleci olmak isteyen çocuklar türedi, oradan biliyorum,,,

aslen trabzonlu derken, anne ve baba tarafımın altı kuşak boyunca orada doğup yaşadığını biliyorum, baba-dedem yirmi yaşında ilk çocuğuyla erzuruma gitmiş, on yıl sonra 1954’de 5 çocukla ankaraya gelmiş,,, annemler de 5 kardeşler,,, onların hepsinin ikişer çocuğu oldu (toplumsal normun dominant etkisi) ikinci bir evlilikle dahil olan bir çocuk daha var,,, benim de dahil olduğum kuşakta ise, dedeme göre torunlarda yani, liseden sonra hayata atılmak zorunda kalan 2 torun 2’şer (+1 kazara) çocuk yaptı, üniversite mezunu olan torunlardan 3’ü tek çocuk yaptı, birine piyangodan ikiz çıktı, biri tek çocuklu biriyle evlendi, biri evli ve çocuksuz, 3’ü de bekar,,, geyet de standart bir nüfus eğilimini imlediği için kendi ailemden örnek verdim,,, kritik değerlendirme noktası, kırılma noktasındaki en önemli etken ise şehirli olmaktır,,, 2>5>11>10,,, ((+)4-5 muhtemel),,, sabit oranda bir artış yaşansaydı sonuç: 2>2>4>8 olacaktı (sıfır büyüme),,, ancak görece şehre erken gelmiş orta-üstü sınıf bir aileden örnek verdiğimi ve büyükşehir merkezli olduğunu belirtmeliyim,,,

türkiyenin ilk nüfus sayımında kırsal oranı %75’tir,,, 2010 yılı nüfus sayımında ise kırsal oranı %25’tir,,,

hadi bir sosyolojik kesik daha atayım,,, 30 yaş ve üzeri olan arkadaşlarıma bakarak bir sonuç yazınca daha farklı bir tablo ortaya çıkıyor,,, hemen hepsi sol cenahtan; demokratlıktan, anarşizme bir tayf içindeki insanlar,,, 40’a yakın erkekten 9’unun tek çocuğu var,,, diğerleri çocuksuz,,, hatun cinsine gelince, 30 hatundan görece erken evlenmiş iki kız kardeşin toplam 3 çocuğu, kocasıyla sıkı bir aşk patlatan en çatlak arkadaşımın 3 kızı var (mustangi var, öyle çatlak)), 5 tanesi de tek çocuklu (biri kızını 5 yaşında kaybetti):

medeni duruma gelince, ilk 30 içindeki 4 erkek arkadaşım boşandı, 11’i bekar ve 15’inin resmi ya da gayri resmi uzun süreli ilişkisi var,,, hatun cinsinde 12 arkadaşım boşandı,  yarısının yeni bir beraberliği var,,, kalan 18’in onunun bir birlikteliği var,,, 8(+6)’i bekar,,, 30-40 yaş arası liberal kesimde aileye ilişkin normlar parçalanmış görünüyor,,, muhafazakar kesimde ise aileye ilişkin normlar hala baskın, eğitim durumu yükseldikçe tek çocuğa yönelme var,,,

kırkın eşiğindeyim, terazimin bir kefesinde yaşam, bir kefesinde ölüm var,,, 200-300 kadar insanla hasbihal olmuşumdur; 10 tanesini çeşitli sebeplerle 25-35 yaş arası kaybettik,,,

yenitürkünün bir şarkısında şöyle der, ya içindesindir çemberin ya da dışında yer alacaksın,,, çevremdeki insanların çoğu çemberin dışındaki insanlardı,,, biz özgür olmak için bile mücadele etmek zorundaydık, darbe sonrasının ilk asi kuşağı,,, ülkenin haliyle geleneğini kafasında çakıştırmış, dolayısıyla aykırı olmanın politik bir tavır olduğu bir ilkgençlik yaşadım,,, reçetelerden değil, kendimiz öğrendik pek çok şeyi,,, hatta öyle öğrendik ki kendi manifestomuzda özgürlük olarak adlandırdığımız şeyleri yaşayıp, adem babamızdan kalan sendromları sanki elmayı dün ısırmışız gibi yaşadık,,, serbest bir cinselliğe inanıyorduk, aldatma-aldatılma demeyeceğim, o sözü sevmiyorum, çünkü çevremde bunu yaşayan insanlar kendi özgürlükleri için yaşıyorlardı, başka birine zarar vermek için değil,,, ama sonuçlara bakınca vahim hayat manzaraları ortaya çıktı,,, yaklaşık 100-150 kişi içinde, 12 tane ayrıldıktan sonra 3 ila 7 yıl sürmüş saplantılı aşk gördüm, 6 kişi aldatıldığı için 2 yıldan uzun süre Mozart sendromu yaşadılar (aldatma demiycem demiştim, adını da koydum işte, Mozart sendromu ve lütfen bkz. Mozart) 3’ü intiharla sonuçlandı bu çatlak mevzuların, çifte kavrulmuş yiyenler, yani arkadaşları tarafından aldatılanlar bir daha o kişilerle arkadaşlıklarını yeniden tesis edemediler, ortaya dökülmemiş ama kişisel olarak bildiğim onbeşten fazla mozart sendromu gördüm, ben mozart severim de, benim tarzım değildir, ben paganini severim, kemanında tek tel kalana kadar çalar o kemanı, o tek telle kırk virtiöz boğar, öyle pagandır,,,

7 arkadaşımda kronik pisikoz tetiklendi, uyuşturucu olan ortamlarda pisikozun tetiklenme oranı en az iki katı yüksektir ve ilk karşılaşmalarımızda kollektif bilinçaltından dolayı genel bir dışlayıcı eğilim hemen seziliyordu,,, şimdi ise engin psikiyatri servisi tecrübelerimden sonra pisikozlara bakışım radikal olarak değişti,,, bir futbol fanatiğiyle aynı kefeye koyabileceğim pek çok insanla tanıştım, eğer futboldan konuşmuyosan, işler gayet normal ve tıkırında gidebiliyor, bunu gördüm, hele eğitimli insanlar çok daha rahat başa çıkabiliyorlar bu durumla, çoğu da sosyalleşmenin bir yolunu buluyor,,, ama çektikleri sendromlardan dolayı üzüldüğüm çok insan oldu, en rahatsız olduğum sendrom ise paranoid bozukluk,,, varolan bir tehditten korkmak sağlıklı bir insan davranışıdır ama varolmayan bir tehditten korkmak olsa olsa bir eza olabilir ancak,,, bla! bla! bla! benim saplantılı aşk sendromuma da dördüncü psikiyatrist atipik şizofreni teşhisi koydu,,, bir müddet böyle olmasını da ben istedim,,, nasıl desem foucault okuduktan sonra en illet olduğum şey insanların sınıflandırılıp tecrit edilmesi,,, gerçeklikleriyle değil, etiketleriyle,,,

şu sözümü severim: ben eyvallah derim,,, bana gerçeklerle gel buna eyvallah derim .):)

gördüğünüz gibi dünya nüfusunu ancak beyaz zenciler adam edebilir.):) (Ben 2 tane yapacağım, yazgı olduğu için, yüzümü de siyaha boyayacağım kimse anlamayacak))

(((bir de ara parantez,,, geçen aklıma düştü,,, bir peygamber seni yarıyolda bırakırsa ona ne dersin,,, sen yalancı bir peygambersin dersin,,, Marx’a da bu yapıldı ve kavram olarak sunduğu pek çok şey de delik deşik edildi,,, mesela yanlış bilinç diye bir kavram ortaya atmıştı,,, geçen bunu düşündüm işte,,, bu konuda hem de yıl 2012’de dibine kadar haklı marx dedemiz,,, doğada doğru yoktur, insanın beyninde doğru vardır ve tabi ki ikiz kardeşi)))

özel nüfus sayımından genel nüfus sayımına geçeyim yeniden—

1914te (ki Osmanlı çok daha önceden çeşitli kıstaslara göre pek çok sayım gerçekleştirmiştir) yapılan nüfus sayımını görünce şaşırdım,,, O zamanın Osmanlı’sının Türkiye hudutları içinde 31 vilayeti vardı,,, En kalabalık vilayet izmiri de içine alan aydındı, birmilyonüçyüzbin,,, onu sivas, trabzon, konya ve ankara izlemektedir, ancak tüm bu vilayetler günümüzde yaklaşık yüzölçümü olarak 3’te bire düşmüşlerdir, İstanbulsa yüzölçümünü büyük oranda korumuştur, ancak nüfus sıralamasında 6. sırada görünüyor,,, resmi osmanlı sayımlarında istanbulda 200 bin rum kayda geçirilmemiş, ya da yabancı kaynaklarda 200 bin rum kayda geçirilmiş,,, Osmanlı döneminde de (ama esas lozan 25’te) hristiyan-müslüman mübadelesinin (1914) yapıldığını da eklemem gerek,,, 1950 yılında 100 bin olan rum nüfusunun bugün 3-4 bin olduğu tahmin ediliyor,,, Mübadele öncesi İstanbulu şöyle anlatayım, her dokuz insandan altısı türk (müslüman), ikisi rum ve biri ermeniydi,,,

1915-1925 arası Türkiye ulus-devletinin kuruluşu esnasında, 1940’ların yüksek makamlı bir yetkilisinin ermenilerle ilgili açıklaması, 600-800 bin arası ermeni kaybın olduğu, bunun da osmanlı arşivleriyle uyumlu olduğu yönünde, sınırdışı edilenlerle beraber bu rakam birmilyon ikiyüzbin civarıdır,,, Doğu cephesinde Rusları arkalarına alarak pek çoğunda erkeklerin cephede olduğu yerleşim yerlerine yapılan karşı-kıyımda 500 bin müslüman hayatını kaybetmiştir (Buna da Ermeni mezalimi denir),,, Atatürkle Lenin antlaştığı zaman yaptıkları en doğru manevra Kars anlaşmasını (1921) imzalamalarıdır,,, Her ne kadar Sovyetler Birliğinin hamiliğinde yapılmış bir antlaşma olsa bile,,, bir kıyım ve karşı-kıyım yaşamış iki halkın eski yerleşim yerlerine dönerek heterojen barışçıl bir hayat sürdürmeleri düşünülemezdi,,, ancak sınırboylarından bir  kaç vilayet ve bir miktar tazminat talep etmeleri gerekirdi diye düşünüyorum, sonuçta resmi tapulu mesken ve arazilerinden ayrıldılar,,, Sovyet modeli ise milliyetçiliği traşladığı için bu antlaşmanın hayırlı bir antlaşma olduğunu, söz konusu milletlerin bir hesaplaşma politikası yerine bir imar politikasına giriştiklerini söyleyebiliriz,,, Çoğunuz Ermeni meselesinin 70’lerin ruhuna uygun olarak o tarihte politize edildiğini bilmez,,,

Türkiye’nin etnik yapısıyla ilgili söylenecek bir kaç husus daha var,,, Atatürk etno-milliyetçi değil, kültürel ulus-devletçi bir milliyetçilik stratejisi izlemiştir, homojenize etmek ise o zaman kurulan her yeni ulus-devletin rasyonel, modern politikalarıydı,,, şöyle bir örnek vermek istiyorum,,, İtalya ulus-devlet haline geldiğinde Ulus İtalyancasını konuşan nüfus, nüfusun yüzde birbuçuğuydu,,, Uluslar “inşa” edildiler.

Seksenden sonra yaşanan neomuhafazakar kırılmadan sonra şovenistleşen milliyetçiliklerden türeyen sözcüklerden biri de “ne mozaiği lan, mermer”di,,, biraz derinlemesine bakalım şimdi,,, şu mozaiğin parçalarına bakalım,,,

Gürcüler:

1828 Rus harbiyle başlayıp yüzyıla yayılan Mahaceret veya Muhaciroba (მუჰაჯირობა) olarak da bilinen büyük gürcü göçü sırasında, bugünkü Kobuleti’den göç edenler kendilerini Çürüksulu (Çuruksulebi), Batum’dan göç edenler Batumlu (Batumeli), Yukarı Acara ve Aşağı Acara sancaklarından göç edenler Acaralı (Acareli), Macaheli’den göç edenler Macahelli (Macahleli) olarak adlandırdılar. Ancak ortak adlandırma terimi Çveneburi (bizden olanlar) olmuştur. 93 Harbi göçleri giderek azalıp yıllara yayıldı.

Türkiye’nin özellikle kuzey kuşağına yerleştiler. Karadeniz kıyısı boyunda, bugünkü Rize, Giresun, Ordu, Samsun, Sinop, Amasya ve Tokat illeri bu yerlerin başında gelir. En çok nüfusu ise Ünye, Ordu, Terme ve Çarşamba yöresi almıştır. Daha batıda Bolu, Marmara Bölgesi’nde Düzce, Sakarya, Kocaeli, Bursa ve Balıkesir illeri Çveneburi nüfusunu alan yerlerdir.

Türkiye’deki Gürcü kökenlilerin nüfusu hakkında kesin bir veri olmayıp, eski nüfus sayımlarında Gürcüce bilme esasına dayalı olarak nüfusları yaklaşık 60.000’dir. Bugün Gürcü kökenlilerin nüfusunun 1 milyonu aşmadığı tahmin edilmektedir.

Kendi kültürlerini yaşatmak için belli girişimleri olsa da, misafir olarak geldikleri için, ayrılıkçı örgütlenmelere gitmemişlerdir,,,

Lazlar:

1810 yılında tüm Lazistan Sancağı’nın nüfusu 600.000’den fazla iken bunun 400.000’i Osmanlı’nın iskan politikaları yüzünden yurtlarından sürüldü. 1900’lere gelindiğinde ancak 200,000 kadar insan otokton yerinde kaldı.

1935 nüfus sayımında “İslâm Azınlık Dilleri” altında 72,000 kişi Lazca konuştuğunu belirtmişti. Bu da o zamanki Türkiye’nin %0,53’ünü oluşturmaktaydı.1975 Türkiye köy sayımında Doğu Karadeniz bölgesinde yaklaşık 90.000 kişi, Batı Karadeniz bölgesinde 25.000 kişi, Milliyet gazetesinin KONDA’ya yaptırdığı ankete göre Türkiye halkının %0,28’i kendini Laz olarak tanımlamış ve 220 bin kişinin Laz olabileceği tahmin edilmiştir.

(Verileri vikipediden aldım ve gençlere tavsiyem, doğru bilginin de nereden alınacağına çok kafa yormuş birisi olarak vikipedinin güvenilir bir kaynak olduğunu bilmeleri,,, politik değerlendirmelerden çok nesnel davranmaya çalışan demokratik de bir platform)))

bu iki etnik grup için 2’şer sayfa açıklama varken, kürtler hakkında 10 sayfadan fazla açıklama bulunması da gayet makul,,, Türkiye’de şu anda 11.5 milyon kürt ve 4.5 milyon zaza yaşadığı tahmin edilmektedir,,, Zazaların politik arenada kimlikleriyle boy göstermemeleri ise ayrı bir inceleme konusu olmalı,,, o kadar nüfusa sahip pek çok ülke var şu anda yeryüzünde,,, Bugünkü Türkiyenin dörtte biri farklı etnik kökene sahiptir,,, heykelin başı ve gövdesi mermerden yapılmış olsa bile, ayakları ve kolları mozaikten yapılmış, öyle görünüyor,,,

bir ümmet imparatorluğundan ulus-devlete geçme aşamasında eklenmesi gereken bir diğer veri de mübadeledir,,, 1914’te Osmanlı tarafından ve 1925’te Lozan antlaşmasıyla yapılan mübadele,,, burada en ilgi çeken nokta, yeni idarenin cumhuriyet olmasına rağmen, mübadele kıstası olarak dinin seçilmiş olması, dolayısıyla hristiyan türkler de mübadeleye eklenip sınırdışı edildiler.

1923-1926 arası Karma Komisyonun tahsis ettikleri ile Türkiye’ye gelen mübadil sayısı 355,635 idi. Bu sayıya kendi ulaşım olanaklarıyla Yunanistan’dan ayrılıp Türkiye’ye gelenler dahil değildir. 1921-1928 arası Türk hükümetinin iskan ettirdiği mübadil sayısı 463,534 kişidir. 1912-1914 arası Balkan Savaşı sonrasındaki süreçte Yunanistan’dan gelen göçmen sayısı ise 125.000 dir.

1928 genel nüfus sayımına göre Yunanistan’daki Türkiyeden göçen hristiyan-rum nüfus 1,104,216 idi. İstanbul ve adalarla, batı trakya türkleri mübadele dışı bırakılmıştır. Bu mübadele sonucu göç eden nüfusun toplam büyüklüğü 1 milyon 700 bindir.

İstisna bırakılanlar dışında anadolu topraklarından toplam 2 milyon 300 bin rum ve ermeni ayrılmıştır,,, Bugünkü nüfusa projeksiyon yaparsak, 10 milyonluk bir nüfusa tekabül edecekti,,, Yine bugünkü nüfusa projeksiyon yapacak olsak 3 milyon müslüman türkiyeye giriş yaptı, ikibuçuk milyon müslüman da ermenilerin karşı-kıyımında ölmüş olacaktı.

80 milyonluk bir ülkenin kürt ve zazalar da dahil olmak üzere 30 milyonunu kapsayan bir sorun olacaktı…

1915-1928’i baz alırsak türkiye sınırları içinde bir milyonu aşkın ermeni ve müslüman hayatını kaybetti,,, tehcir ve iki ülke arasındaki mübadele sonucunda da iki milyonu aşkın kişi yerlerinden yurtlarından göç etti,,,

20-25 milyonluk bir coğrafyada 3 milyon insanı etkileyen milliyetçi radikal politikalar yürürlüğe sokulmuştur. Haklılılığı, haksızlığı bir yana döneme devasa bir insanlık trajedisi bıraktığı ortadadır.

Buna ek olarak 1914-1918 arasındaki 1. dünya savaşına osmanlı imparatorluğu 3 milyon askerle katılmış, 1 milyonu ya ölmüş ya kaybolmuş ya da akıbeti belirsiz bir biçimde esir düşmüştür,,, 1914’deki nüfus göz önüne alınırsa ve kayıpların çoğunun erişkin erkekler olduğu düşünülürse, türkiye erkek yetişkin nüfusunun 8 ila 10’da birini zayii olarak vermiştir,,,

1. dünya savaşında itilaf devletlerinin 43 milyon, osmanlının da dahil olduğu itilaf devletlerinin 25 milyon 250 bin askeri savaşa katılmıştır,,, yaklaşık 800 milyonu kapsayan bir nüfusun alanında (dünya nüfusunun yarısı) 68 milyon askerden 39 milyonu ölmüş, kaybolmuş ya da yaralanmıştır.

Siyasal olarak hiç bir sorunu çözmediği gibi mevcut anlaşmazlıklar derinleşmiş, otoriter ve totaliter rejimler güç kazanmış, çok daha vahşi ve yıkıcı bir dünya savaşına daha sebebiyet vermiştir,,,

İronik olan şeyse bugün kullandığımız teknolojilerin o iki dünya savaşı sırasında yapılan araştırmalardan beslenmiş ya da doğmuş olmasıdır,,, Şunu anımsatmalıyım, ilerlemecilik modernizmin putuydu,,, ve elimizdeki değerlendirme nesnesi insan olduğu için, hangi kriterlerin neye göre belirleneceği çok muğlak kalmaktadır,,,  kansere kemoterapi mi, kanser olmamak mı,,, mevcut dünyanın 3’te birinin refahı, 3’te ikisinin sefaletiyle ödeniyorsa belki de o put artık kırılmalıdır,,, (eskinin toplumcu-ki özgürlüğü kısıtlı demektir- insanı, yeni bireyden daha mutluydu, bunu doğulular veya gerçek dindarlar binlerce yıldır seslendiriyorlar, almak bir insan evresidir, ham meyvenin hala beslenmesidir, vermek ise o tadı sunmaktır, olgun meyvedir,,, çoğumuzsa rasyonel aklımıza yenik düşüyoruz dipten dibe, rasyonel çıkar ne kadar alırsan kar diye kodlar,,, ama insan kar edince mutlu olur da,,, öpüşünce, sevişince, sarılınca, hediye gibi bir hediye verince o mutluluğu kutsal mabedinde, bedeninde hisseder,,,

bugün birine cibranı götürdüm, inanır mısın okumaya vaktim yok dedi, anne, çalışıyor da,,, içten söyledi,,, bir miktar vakti olanlara bir hatırlatma olsun o zaman cibrandan:

https://feelozof.wordpress.com/2008/09/01/halil-cibran-vermek/

Read Full Post »

Moi – ka

(fr)

moi: /mua/, beni, bana; ben.

â moi: imdat!

(.(.(

Read Full Post »

KoRo…

anka mplayerda çalarken, bir screen grab programıyla, visual atraksiyonuna attım bir photoshot,,, beş defa sıktım kafasına,,,

(((güneşin böyle olduğunu biliyor musun, çekirdekteki ısı ışıtma yapan bir arakatmandan onikibin yılda çepere varıyormuş,,,

 

bu harfi, simgeyi istiyorum klavyemde,,,

 

orijinal resmin aurası bu,,,

 

imaj kırmak, şifre kırmak,,, yeraltı kızgın,,, beden kendisinden fazlasını istiyor,,, ellerinden fazlasını,,, hareketi,,, her hareket önce gözlerine yansır,,, ne tatlı olur ve ne acı,,,

 

sonuncusunu psikolojik testlerde gösterilen şekillerden biri olarak düşünebilirsin,,, şekilleri neye benzettiğini sorarlar,,, ben yüzü ensesinde bi Tanrı gördüm,,, simgesi karınca, ortada,,, evet o tanrı,,, muhafızları da karınca,,, görmedim deme,,, Arap Tanrısı değil lum,,, Zulu Tanrısı,,,

ka: Sen kimsin,,,

— “Zulu Tanrısı”

ka: Ne çok Tanrı var,,, birbirlerine benzerler mi,,,

— “Hayır! Allahın 99 yüzü var, hepsi önde; benim bir yüzüm var arkada,,, Muhammed çölde önünü görmeliydi, benim insanlarım avcı, arkalarını görmek zorundalar,,, adımı da sorma,,, yok,,, 99 yüzlü değilim,,, bir sıfır,,, içindede bir nokta,,, ben çölleri sevmem, o ormanları,,,”

— “Dinle!”

— “İnsanlar ölümlü tanrılardır. Tanrılar ise ölümsüz insanlardır.”

ka: Ormanları bilmiyorum ama şehirlerde artık herkesin kendi Tanrısı var; biliyor musun, biriyle dost olursan onun Tanrı’sıyla da dost oluyorsun,,, dd,, 55,,, düşmanlık da öyle, dostluk da,,, barış da mümkün,,, savaş da,,,

ka: Ölümler insanlı Tanrılardır!

(.(.(

Read Full Post »

  1. Havva’ya iki kafalı bir kuşum dedi,,, havva kuşlara inanırdı,,, öyle aşık olmuştu,,, kuşlardan öğrenmişti,,, inandı!
  2. ol,,,
  3. yok ol,,,
  4. Celîl الجليل Büyüklük ve ululuğu pek yüce olandır.Güzeller güzeli. Celaleddin Rumi iyi bilir,,, neyi bilir,,, iki alemi de O’ndan bilir!
  5. God/Dâr الضار Zarar verici şeyler yaratan.
  6. Kahhâr القهّار haddi aşanları çok şiddetli kahreden.
  7. Müntakim المنتقم İntikâm alan (yılbaşında Allah oldum; bunu yaptım, onu tanımaya çalışıyorum, burası bi düz, bi ters, tam onluk,,, onbirlik,,, ondan,,, ve birden,,,)
  8. Mahûr: ahenkli,,, bunu çizdim duvara,,, bu yılanı istiyorum sırtıma,,, teni de dokunsa yeter,,, dili de,,, sevgilimin avcunun içi kadar olsun,,, Allah oraya sığar,,,
  9. Ben tutarlı değilim ama dengesiz değilim,,, bir ip cambazına tutarlı ol diyebilir misin? tutarlı olamaz, dengeyi tutturamazsa ve hile yapmazsa bir ağla, onu hiç bir şey tutamaz,,,
  10. ölümdür el-muzaffer daima,,, tuğlara, tuğlalara rağmen,,, tuğralara rağmen,,,
  11. ileri sar,,,
  12. ışık hızında sar,,,
  13. sar,,, sar biraz,,,
  14. 5 milyardan fazla sene geçti,,,
  15. güneş ölmeden devleşti,,,
  16. güneş dünyayı yuttu,,,
  17. gelecek bu!
  18. vuslat!
  19. .
  20. 7.6 milyar yıl sonra güneş tamamen helyuma dönüştüğünde, 160 kat büyüyecek,,, ve dünyayı yutacak,,, o zaman mı Ra diyeceksin ona,,,
  21. O zaman Ra diyeceksin ona,,,
  22. Son Ra!
  23. Işıkyuvarın ilk optik tayf incelemeleri sırasında bazı soğurma çizgilerinin o zamanlar Dünya üzerinde bilinen hiçbir elemente ait olmadığı anlaşıldı. 1868 yılında Norman Lockyer bunun yeni bir elemente ait olduğu varsayımını öne sürdü ve adını Yunan güneş tanrısı Helios’tan esinlenerek “helyum” koydu. Bundan ancak 25 yıl sonra helyum yeryüzünde izole edilebildi.
  24. Bu siyahla yazılmış,,, bu güneşten değil,,, bu aydan,,,
  25. Bir güneş günü 25 gündür,,,
  26. Bazen ayın ufukta hareket etmediği zannedilir. Bu özellikle dolunay zamanında eylül ayında gece ile gündüzün eşit olması durumunda belirgindir. Gerçekte bu devrede ayın yörüngesi ufukta çok yatık açı yapar; ay doğarken ufka paralel hareket ediyormuş gibi gelir. Bunun neticesi olarak ay sadece birkaç dakika gecikme ile doğar. Gelenek olarak çiftçiler günün sonundaki bu ilave aydınlık saatlerini sonbahar hasadı için kullanırlar. Bu sebeple eylülün dolunayı “hasatçının ayı” diye isimlendirilir. Ekimin dolunayında ise bu olay daha az ortaya çıkar ve “avcının ayı” olarak isimlendirilir.
  27. Dolunay doğarken, tepedekine nazaran daha büyük görünür. Ancak ay, en yüksek noktasında gözleyiciye ufuktakine nazaran 6400 km daha yakın olması sebebiyle çap açısı ufuktayken daha küçüktür. Bu olaya “ay yanılgısı” denilmektedir.
  28. İyi yanıltır,,, daha küçüğü daha büyük görüyoruz,,, osmanla tanıştım,,, fernando pessoa,,,
  29. pre-fernando,,, re-pessoa,,,
  30. “Aslına bakılacak olursa, sahip olduğumuz tek şey izlenimlerdir; dolayısıyla, hayatımızın gerçekliğini izlenimlerin üzerine oturtmalıyız, algıladıkları şeylerin değil.” fernando pessoa—
  31. Ay hep yüzünü gösterir bize,,, ensesini değil,,,
  32. Halli, haleli bir asi.
  33. Dünyaya kafa tuttu,,,
  34. Enseleyemezsin beni!
  35. 15 saattir tek bir parça dinliyorum,,, evet bunu yapabiliyorum.
  36. Amin!

  1. sandıktan 4 parça çıkarttım, yorumlara aslında ne labirentler gizledim,,, dikkat et labirent, dikkat et! ettin mi,,, pavlov değilim değil mi,,, sana sordum? kulağımda hep aynı müzik çalıyor şu anda  sallıyor beni,,, hep,,, salıncak gibi sallıyor:
  2. xuyum da: Pavlov’un kendisi (the original, auto simultenous)))
  3. one—
  4. ‘Dünyaya ve hayata bir değer vererek Tanrı’nın varlığını da böylece doğrulamış oluyorsun. Oysa şimdi ortaya çıkan herşeyden önce bu değerdir. Bu değer vardır. Onun varlığını duyuyorsun ve insanın duyduğunun ötesinde bir değeri olduğunu görüyorsun. İnsanın duymadığı nesnel bir değerin ne anlamı olabilir?’
    (Pavese Yaşama Uğraşı Sayfa 311)
  5. two—
  6. sürüyle düşünce verir ağaca rüzgar,
    rüzgarlar anlamını bilmez
  7. -İlhan Berk
  8. three—
  9. Gülşeninde alemin bu sırra ermez hiç kimse
    Zağlar azade vu bilbil griftar-ı kafes….FİRAKİ…
  10. (Dünyanın gül bahçesinde hiç kimsenin erdiremediğ bir sırdır ki şu:”Kargalar her yerde serbest de bülbül tutsak kafeste”..)…..
  11. fourtune—
  12. cehennem öğrencisi
  13. Yine de bir şey var orda; ölümü düşünmem mesela. İnsan orda öyle bir aptallaşır ki, düşünemez. İki koşu arasında bir şeyler yazarım düşüncesi ile yanıma defter aldığım olmuştur. Mümkün değil. Hava öyle düz ve ağırdır ki, temerküz kampının gönüllü üyeleriyizdir sanki. Ölümü eve döndüğümde düşünebilirim. Biraz ama. Çok değil. Ölüm endişesi içinde değilim, öleceğim için üzülmüyorum. Yapmak zorunda olduğumuz boktan bir iş işte. Ne zaman? Önümüzdeki Çarşamba gecesi mi? Uykuda mı? Direksiyonda mı? Ve inançsız gidiyorum. Böylesi daha iyi, kafadan dalacağım. Sabah kalktığınızda ayakkabı giymek gibi ölüm de hayatın bir parçasıdır. Yazmayı özleyeceğim ama. Yazmak içmekten de iyidir. İçerek yazmaksa duvarları hoplatır. Bir cehennem var belki de, ne dersiniz? Şayet varsa ben kesin ordayım. Ve ne olacak biliyor musunuz? Bütün şairler sıra ile şiirlerini okuyacaklar ve ben hepsini dinlemek zorunda olacağım. Memnuniyetlerinde ve dışarı taşan gururlarında boğulacağım. Cehennem varsa benim cehennemim bu olur: şairler aralıksız şiir okuyor, biri bitiyor, öteki başlıyor ve ben hepsini dinlemek zorundayım. Neyse, kötü bir gün. Genellikle çalışan sistemim bu kez çalışmadı.
  14. Desteyi tanrılar karıştırır.
  15. Zamanın harcanır ve kendini aptal gibi hissedersin. Zaman harcanmak içindir ama. Elden ne gelir? Sürekli tam gaz gidemezsin. Yavaşlarsın, hızlanırsın. Doruğa çıkarırsın, ardından kara bir çukura düşersin. Kediniz var mı? Ya da kedileriniz? Uyurlar. Günde yirmi saat uyurlar ve harikulade görünürler. Hoplayıp zıplamak için bir neden olmadığını bilirler. Bir sonraki öğündür mesele. Ve arada sırada yakalanacak bir av. Ben güçlerin altında ezildiğimi hissettiğimde kedimi ya da kedilerimi seyrederim. Dokuz kedim var. Kedimi ya da kedilerimin birkaçını uyurken seyretmek beni gevşetir. Yazmak da kedilerimden biridir. Hayatla yüzleşme gücü verir bana. Serinletir. En azından bir süre için. Sonra sigortalarım atar ve baştan başlamak zorunda kalırım. Yazmayı bırakmaya karar veren yazarları anlayamıyorum. Yerini ne tutar.
  16. Evet, hipodrom sıkıcı ve ölümcüldü bugün. Ama şimdi evdeyim ve yarın yine gideceğimden eminim. Nasıl beceriyorum bunu? Hipodroma gitmemin nedenlerinden biri alışkanlığın gücü; hepimiz bu gücün etkisi altındayızdır. Gidecek bir yer, yapacak bir şey. Erken eğitilmişiz bu konuda. Kımılda, katıl. Dışarda ilginç şeyler oluyor belki? Kaçırma. Ne kadar boş bir düş. Barlarda hatun tavlamaya çalıştığım günleri hatırlatıyor bana. Aradığım kadın belki budur ümidi. Bir başka rutin. Düzüşürken bile içimden; bu da başka bir rutin, yapmam gerekeni yapıyorum, diye geçirirdim. Kendimi gülünç hisseder, yine de devam ederdim. Başka ne yapabilirdim ki? Durmalıydım. Hatunun üstünden inip, “Bak güzelim, saçmalıyoruz. Doğanın oyuncaklarıyız,” demeliydim. “Nasıl yani?” “Yani, güzelim, iki sineğin düzüşmesini izledin mi hiç?” “sapıksın sen! ben buradan çıkıyorum!” İnsan kendini çok derin tahlil etmemeli, yoksa hiçbir şey yapmaz, yaşam durur. Bir kaya parçasının üstünde hiç kımıldamadan oturan bilgelere döneriz. Bu da ne kadar bilgecedir bilemiyorum. Aşikar olanı silerler ama bir şey sildirir onlara. Tek bir sineğin kendiyle düzüşmesi gibidirler bir anlamda. Kaçış yok, etki yok, etkisizlik yok. Kendimizi zarar hanesine yazmaktan başka çare yok: oynayabileceğimiz bir hamlemiz kalmamış. Mat olmuşuz.
  17. Gördüğünüz gibi hipodromda günüm çok kötü geçti. Ruhumun ağzında kötü bir tat var.
  18. bUKOWSKI—
  19. feelozofüg quartet,,, I post post,,,
  20. türksün biliyorum, o kadar ingilizcen var,,, kendi anadilimle yazayım;
  21. pÖst, pôST,,,
  22. ZAMANA KARŞI CEPHE AÇMANIN TEK YOLU DONMAKTIR, BİR ELMAS KADAR ASİL VE CUK, BUZ İSE ERİMELİ TAONUN DOSTU, “ak’MALI,,,
  23. BUNU SENDEN ÖĞRENDİM,,, O SU HEP BEN MİYİM,,, AGNOSTİĞİM,,,
  24. AMA SU AKACAK,,,
  25. HEP,,,
  26. BUNU BİLİYORUM,,,
  27. SIRF BUNUN CAKASI İÇİN 66 METRELİK BİR DALGA OLURDUM,,,
  28. TANRIYI DA SORANINIZ ÇIKAR,,, 33 METRE DE CEBİMDE,,, 99,,, 
  29. O “AD’,,, HEM BİR SURET, BİR HÂL, BİR SIFAT; HEM BİR YÜZ: 99 CÜZ,,,
  30. фото,,,
  31. AYDAN ÇİÇEK TOPLADIK BE, VU YE! (LAT.):)
  32. (.(.(
  33. ka—

Read Full Post »

Casio ka

F R A C T i O N

bahçemde parketmişsin:! Dinle tanrıcık elmayı bana yedirttin, ben düşünüyorum,,, sen aylaklığını bana yükletmişsin, ben sana yükletiyorum, öyle değil mi,,,

kazık attım tanrıya, ben ondan daha aylağım,,, hahaha!

feelozofa karşıt bir imge kullansan hesap makinesi bak cuk olurdu, bir şey daha söyleyeyim kendimi ince ince ayrıntılandıracak kadar da doluyum, keskin zekam tayflardaki derinliği görüyor, ben senden bir kuşak büyüğüm; PC çıkmadan karmaşık hesap makineleri çıkmıştı, bilirsin işte, ilkler uzaylıdır (ben uzaylımıyım, -kendi kulvarımda öyle- çöle koydu tanrı beni, kulvara bak, net tanımlı 180 derece, insan tanımlı, boynunu çevir lum; 270 derece, benimse teknolojiye bile ihtiyacım yok, leb-i derya, deniz gibi, bir bardak suya sığmıyor, o makine ve devamı olan ve şu anda klavyelediğimiz bu şeyler de müthiş, ekonomi diyosun, e radikal bir sürdürülemezliğe bükülmüş bir endüstriyel ve yarı endüsriyel uygarlık, davalüasyon deme bana, yemin ediyorum böğrüm bulanıyor, kirliyim ben (de),,, arınıyorum,,, ve bir ferrarri istiyorum, şehirde bi milyon araba görünce götünüze girsin diyorum,,, krallar binebilir, bir de paşalara,,, paşa gibi adamlara,,, şimdi havari ol, havari taklidi yap ya da tanrı,,,

bilinçli bir varlık DNA’yı anlamaya başlarsa onu öğrenmek hani harbi kutsal bir akış olur sadece, Ra ve Amonu yaratmaya başlıyosun, hayat suyu ve hayat,,, ve o zenginliği de yok ediyoruz-akılsızca, sen de sevmezsin akılsızlığı bilirim,,, diğerine kofti akıl diyorum ben,,, (sanat yapayım hemen, ben bir gün boyunca bir kere yumuşak bir yere basmıyorum uygar şehirlerde, şizoid lan bu,,, ayrışma,,, sonra da ananın kucağını ara dur aşk duraklarında,,,

uf ve fü,,,

naif mi,,,

if mi,,,


if,,,
adam öldürebilirim, benim için öyle bir koşul vardır ki bunu yapabilirim, zihinsel devrim arkadaşlarımızda filizlenmiş, mekanı web5’in içine kaymış öyle görünüyor,,,

bir mesihten işit bunu, hafızasını yitirmemiş bir mesihten, kırklara karışmış, uçmuş bir mesihten; bir çekirdek vardı ve sen ona inanıyordun, onu yaşıyordun yani, bir biçimdi oysa; her fertte de farklı biçimdi, amorfdu, “a’ydı ve morfdu, senin kuşağın heterojendi (küresel aynılaşmaları ironik oldu), özgürlük arayışlarının baskın gelmesini bile anlayabilirim, ama işi teorikte geçmişin bi kısmındaki kokuşmuş, hayatı feci ıskalamış bir söylem üzerinden okumanın anlamı yok, basitçe maraş, sivas katliamı  yapmayacak, yapamayacak ve bu olaylara azami bir tepki verecek, gelenek yaratmış bir kuşak da oldu,,, ahlaken özellikle eski kuşakların doğru olduğu kanısındayım, ben işin teorik kısmını 90larda okumaya başladım (post kanalı) ama daha şunun için bile post-kritiğimle toplumun zihniyeti-yaşantısı farklı, kurtarıcı değil aracıyım ve onbir numara aracıyım(forvet:)), nüfusun 45 milyonu 35 yaşın altındaymış,,, muktedir olmayan bir “lider” olmam lazım,,, arzuları kullanmak serbest, kendi arzularını da,,, herkesin kendi karasuları var, bu kadar hukuk yeter .):)

milenyum bu; arzu kırılması, tanrıyı yaratmayı arzuluyorum,,, bu futuristik bir düş ama,,, bu gece 1 milyar tane tabak yıkandı,,, bu da gerçek .):)

sıkı bir planın var mı dersen,,,
var,,,
hayranlık uyandırarak,,,

iki saat mesela brad pitt olucam,,, fight club,,,
kim brad pitt’i öpmek istemez ki,,,
ben onu öperim valla,,, uzun uzun değil,,,
öptüm demeliyim kadar,,,

ka’yla brad anti-militarizm için öpüştü,,,
abra kabrad,,, prensesim de bir kere öpse bi şey demem, iki katını geçmesin ama:)))

bi de güzel bi bilgi paylaşayım,,, (neo)nihilizm yaşanan dönem(ler)de yeni hakikat söylemi inşa edilmeden, önce sanatta belirir olan biten, sanat bunun damara yayılmasıdır,,, gorkiden anayı okuyabilirsin, ama felsefenin temel ilkelerini tam anlamamışsındır,,,

düşünsene elimin zıttı, karşıtı; elsizlik mi;

vay aq; o;
bak kuantuma geldik işte, shrödingerin eli o sentez işte;

hem var, hem yok,,,

(.(.(

 

yalovada şu jackpotladı açık açık,,,

dv,,, dv,,, dv,,, casino işi,,, yeminle yanyanaydı,,,

arapça da böyle sessiz harfler kullanılarak yazılabiliyor,,,

ben de hemen okudum tabi,,,

seven-seven,,,

dive,,, dive,,, dive,,,

chem brostan acaip bi cümle hep kaldı bende,,, bireyin kendini kazmaya başladığı çağdı: “dig it” your “own” hole,,, bir hayal gücü olarak düşün, hayal edebilme gücü olarak,,, hole to whole,,, do you see: it is a corridor,,,

 

Read Full Post »

dayanamadım

ateşe

sordum

rüzgar esince

niye kabarırsın

üşüyorum

ondan

(.(.(

Read Full Post »

Gençliği boyunca kendini “devrimci” diye tanımlamaya çalışmış biri olarak, bunca yıl sonra “Devrim nedir?” sorusunu, “Bilmiyorum” diye yanıtlamanın sızısıyla söz alıyorum. Ama kötümser, insanı içine küstüren, hayattan ve devrimden caymış bir sızı değil bu. Ömrü tartmayı öğrenmenin, dünyanın ve insanların sınırlarını görmenin, gerçekliği zamansallığı içinde kavramanın bilgisini de içeren yetişkin bir sızıdan söz ediyorum.

Hayal kırıklığına uğramış bir yerden mi ses veriyorum peki? Ya da gerçeğin incittiği, hayatın boşa çıkarttığı, dünyanın kendini dayattığı bir  yerden? Hayır, öğrendiklerinden, inandıklarından ve yaşadıklarından bir iç gücü edinmiş olanların atlatamadıkları hiçbir yenilginin olamayacağını biliyorum. Her şeyden önce başlangıçlar vaat eden bir olgu olarak devrimci tasavvur, en azından bunu öğretmiş olmalı insanalara.

Bazı okurlar için belki sıkıcı bir yineleme olacaktır, ama gene de bilenlerin hoş görüsüne sığınarak bir kez daha anmak istiyorum: İlk yazılarımdan biri “Devrimci Olmak Üzerine” adını taşır ve 1976 yılında Murat Belge yönetimindeki Birikim dergisinde imzasız olarak yayımlanmıştır. Bu yazı daha sonra yazdıklarımdan bir seçki niteliğindeki Murathan ’95 kitabımda yer aldı. Bugün 2006 yılında, yani tam otuz yıl sonunda aynı dergide, aynı sorunsal üzerine söz alırken, içimde tazeliğini koruyan bir gençlikle ve o yılların hala kurumamış yaralarıyla söz alıyorum. ne de olsa bazı yaralar hiç kapanmıyor.

Ümidini kesmeden sorularını ve yanıtlarını yıllara teslim etmeyi öğrenmiş biri olmanın olgunluğu da var bu seste. Nasıl geçmiş olursa olsun, çoğu kez bir ömrün ya da gençliğin boşa geçtiğini düşünmek insanların çoğuna kederli bir zevk verir. Bu yazıklanmada, ölümlü bir canlı olan insana özgü bir duygu olarak, varlığının ve zamanın geçiciliğini bilmenin yası vardır.

İnsanın çocukluğundan, yeniyetmeliğinden başlayarak toplum içinde bir birey olarak kendini oldurması, yapılandırması yeterince zorken, bir de devrimci olmayı seçmesi, daha iyi bir geleceğe devrim yoluyla inanması, bu inancı başkalarına da paylaştırma arzusu; bir inanç değerine, bir yaşama biçimine, bir ahlaka dönüştürmesi çok daha güç ve yorucu bir süreci kapsar.

Türkiye gibi ülkelerde, solcu olmak, sağcı olmaktan daha zordur. Solcu olmak için çok şey yapmanız gerekir; sağcı olmak içinse neredeyse hiçbir şey. Solcu olmaya karar verdiğinizde, birçok cephede savaş yürütmek zorunda kalırsınız; bu cephelerin en amansızı ise, o güne kadarki öğrenmelerinizi ve ezberlerinizi değiştirmeye çalıştığınız kendi bünyenizdir. İnsan, iyi bir devrimci olmaya çalışırken, “özel mülkiyetin, ailenin ve devletin” öğrettiklerinden bünyesine yerleşmiş ve başa çıkılması gereken zor ve vahşi bir malzeme ile boğuşmak zorunda kalır. Devrimin ilk nesnesi, devrimcinin kendisidir. Kendini başarıyla devirmek için, dünyanın devrilmesinden yardım ve destek umar.

’70’li, ’80’li yılların devrimcileri yalnızca devrimi beklemedi. Aynı zamanda köylülerin kentleşmesini, feodiletinin çözülmesini, Türkiye’nin sanayişleşmesini, işçi sınıfının bilinçlenip örgütlenmesini, zenginlerin burjuvaşlamasını, çelişkilerin keskinleşmesini de bekledi. Devrim dalgasının bütün dünyayı sardığı bir dönemde, diğer ülkelerle birlikte yaşanan ortak sorunlardan payını almakla kalmadı; Doğu-Batı sorunsalına düğümlenmiş bu coğrafyaya özgü sorunlarla da baş etmeye çalıştı. Kendi geçmişi ile kurduğu arızalı ve sorunlu bir ilişkide ağır hafıza problemleriyle yaşayan bir toplum olarak, sadece fraksiyonel bölünmelerin değil, aynı zamanda zihinsel, kültürel, tarihsel bölünmelerin de bedelini ödedi. İlerlemecililik esasına dayanan Batılı toplum modellerinin ve teknolojik gelişme evrelerinin “tarihin trenleri” diye adlandırıldığı aşamalara geç kalmış olmanın getirdiği tarihsel küslük ve güvensizlik içinde kendine uygun devrim modelleri aradı. Bilgiden çok inanca, hatta imana dayanan bir devrimcilik süreci yaşandı. Tüm bu sürecin özeleştirisi, hesaplaşması, kendi iç dinamiklerinin evrilmesi sonucunda bir gereksinim olarak da ortaya çıkmadı; bunun için bile ihtilaller, askeri darbeler, yani dış müdahaleler bekledi. Her türden gözden geçirme, hesaplaşma, zihinsel yenilenme, ancak yenilgiye endeksli “Biz nerede hata yaptık?” sorusu odağında, geleneksel bir toplumun alışkanlıklarına yenildi.

Bugün devrim yeni bir “dil” arıyor, bildiklerimiz kadar bilmediklerimizle de biçimlenen, belki de en önemli belirleyeni “hız” olan çok daha karmaşık bir sürecin içinden söz alıyoruz. Devrimin argümanları, nesneleri, taşıyıcıları değişti; zenginleşti, karmaşıklaştı. Büyük anlatılar döneminin çökmesi diye nitelendirilen bu postmodern çağın kuramsal yelpazesinde yar alan, yapısalcılıktan, yapısöküme çeşitli bilgi disiplinleri, yöntemleri zihinsel dünyamızı kuşatırken, devrim tasavvurunun programına alması gereken konuların, olguların sayısı arttı. Enternasyonal, küreselleşmeyle yer değiştirdi. Eski kazanımlar yitirilmekle kalmadı, sömürgeciliğin, dinin, her çeşit köleleştirmenin toplumsal imgelemdeki simgeleri çağın gerekleriyle güncellenip yenilendi. Teknolojiyle birlikte zulüm de hız kazandı.

Devrim, öncelikle bir tasavvurdur; “şimdiki zamanla” kurulup işletilmeye başlanan bir gelecek tasavvuru… Günümüz insanının tasavvur anlayışı ise, yazık ki, yalnızca bilgisayar oyunu düzeyindeki teknolojik imgelem gücüne kilitlenmiş durumda. Bugün devrimden söz edecekseniz eğer, genetikten, sibernetikten, hatta uzay araştırmalarından da söz etmeniz gerekiyor. Bir gün geleceğini sandığınız gelecek, başka türlü gelmeyeceğini söyledi çünkü.

Oysa o yıllarda yalnızca sınıf savaşına, silahlı mücadeleye, fraksiyonel yarışa kilitlenmiş devrimci hareketler, geleceğin önemli parçası olacak mücadele alanlarını daha küçük gruplara terk etti. Örneğin, ağır sanayileşmeyi, toplumsal ilerlemenin anahtarı olarak kabul edip, her tür sanayileşmeyi kayıtsız koşulsuz kabul ederken, bunun nasıl bir çevre ve doğa katliamına dönüşebileceğini hayal edemiyordu. Bunu ona çevre hareketleri öğretti. Yaygın bir tutum olarak, kadın hakları, cinsiyet ayrımcılığı konusunda ayrı bir mücadele kulvarı açılması, toplumsal ve sınıfsal mücadeleyi zayıflatan bir sapma olarak görülüyordu. Böyle olmadığını feministler öğretti. Temel olarak bir an önce iktidarı ele geçirme hedefleniyordu, ama bir kurum olarak iktidarın doğası tartışılmıyordu; “iktidar”ın kendi başına nasıl bir güç olduğunu, neye dönüşüp nelere mal olabileceğini, yani anarşistlerden öğrenmeyi reddettiklerini zamanla “iktidarlardan” öğrendi. Herkese aş ve işten söz ediliyor, emeğin hakkı savunulurken, “tembellik hakkı”ndan söz edilmiyor, nihai hedefin asıl “boş zaman özgürlüğü”ne ulaşmak olduğu unutuluyordu. Diğer tasavvurları kendi programına katarak güçlendireceğine, belirsiz bir devrim tasavvurunun köreltici ışığında onları karartıyordu. Çünkü devrime ilişkin hayallerde eski dünyanın değerleri ve zihinsel alışkanlıkları kurucu öğeler olmayı sürdürüyordu. Her özgül hak arayışı, kimlik ya da ayrımcılık esası etrafında örgütlenmiş mücadele kampları, devrimci mücadelenin önünü kesen, ona güç ve kan kaybettiren bir sapma olarak görülüyor, her toplumsal sorunun çözümünün zaten devrimde içkin olduğu söylenerek, devrimin sihirli değneğiyle kendiliğinden gerçekleşecek olası mucizelerine kendini kaptırmış kitlesel hülyanın dışında hiçbir hülyaya izin verilmiyordu. aslında dünyanın çoktan konuşmaya başladığı çevreci ve yeşil başkaldırıdan, hayvan haklarına, feminist politikalardan, cinsel devrim savunusuna varasıya birçok konudan mevcut kitleyi saflara kazanmak adına Türkiye gibi birçok ülkede reel politika gereği uzak duruluyordu. Bu çeşit konularda düşünce ve proje geliştirmeyi, haklar savunusunu, çoğu kez sorunlarına sistem içinde çözüm arayan politika dışı gruplara terk etti.

Berlin Duvarı çöktüğünde, elbet de çöken yalnızca bir duvar değildi, ama bugün kapitalist dünyanın, liberal politkaların sözbirliğiyle kabul ettirmeye çalıştığı gibi, devrim de çökmedi. Marx’ın yanıldığını söylemek için belki hala biraz erkendir. “Marx yanıldı mı? sorusunun cevabı, belki de “Hayır, biz yanıldık”tır.

Marx’ın söyledikleri bir tür Nostradamus’un kehaneteleri gibi alındığı için, kehanet günlerini gerçekleştirmesi beklenen tarihin tekerleği sonunda Berlin Duvarı’na tosladı. Aslında belki Berlin Duvarı yıkıldığında değil, örüldüğünde sosyalizm çökmeye başlamıştı. En azından benim gibi dünyadaki bütün duvarların çökmesini isteyenler, Rusya’dakinin, Çin’dekinin bizim istediğimiz gibi bir devrim olmadığını biliyordu. Belki de bu yüzden bize bir şey olmadı. Belki de bu yüzden, devrimin ne olduğunu bilmesek de, ne olmadığını en çok biz biliyoruz.

Geçmişin sağlam çözümlemelerinin ışığında burada sayalabilecek onlarca nedenle bugün “Devrim nedir?” sorusu, bence “Artık devrim nedir?” sorusuna evriltilmelidir.

Ezberlerimizin hızla bozulduğu bir çağda, tüm yaşananları bir elektrik kesintisiymiş, şimdilik karanlıkta oturuyormuşuz da, elektrikler gelince kaldığımız yerden sürdürecekmişiz gibi yaşayamayız. “Büyük anlatıların” en azından “anlatı kaybına” uğradığı bu çağda, değişenlerin ve değişmeyenlerin dökümünü doğru yapmak, yepyeni örgütlenme modelleri sunmak gerek. “Light” türevleri de dahil olmak üzere kapitalizmin ve faşizmin her çeşidi, ellerini ovuşturarak sosyalizmin ve komünizmin bugün için bir enkaz olduğundan, devrimin nesnel koşullarının ortadan kalktığından söz ediyor. eski model devrimlerin nasıl işlemediklerini örnekliyorlar. Belki eski model devrimler öldü, ama yeni model devrimler yok mudur? Bizim kurmaya çalıştığımız sosyalizm sahiden ne kadar sosyalizmdi, ya da devrim hayalimzi ne kadar “devrimciydi” sorularını da beraberinde getiren yüklü bir ödeşme gündemiyle açmak gerekmiyor mu bu kapanmamış hesabı?

 Kendi payıma açıkçası, devrimin “ne” olduğu, “nasıl” olacağı konusunda yeterince donanımlı hissetmiyorum kendimi. daha temkinli bir yerden, yeni öğrenmelerele zenginleşerek söz almaya çalışıyorum. Ama asla kuşku duymadığım bir şey varsa, devrimin hala aynı şiddette bir ihtiyaç olduğudur. Bunun için dünyanın değişenlerine baktığımız kadar, değişmeyenlerine de bakmamız gerekmez mi? Ezen-ezilen ilişkisi mi değişti, sınıflar mı ortadan kalktı, sömürü düzenininin sonuna mı gelindi? Sovyetler Birliği çökünce, Çin kapitalizme geçince, “Emperyalizm” birdenbire “iyi adam” mı oldu? Savaşlar mı bitti dünyada? Silahlanma sona mı erdi? Açlık sorunu mu çözümlendi? Dünya daha iyi bir yer mi oldu? Parametreler değişiyor belki, ama bildiklerimizi, bilmediklerimizi hatta güvensizliklerimizi daha açıkça ve yüksek sesle söylememiz gereken bir dönemim içinden geçtiğimizi düşünüyorum.

Devrimci mücadele belki devrim yapamadı, ama birçok değerli insan, aydın, devrimci kazandırdı bu ülkeye. Kendi adıma bana o günlerden hala onurla sahip çıktığım bir “sol ahlak” kaldı. devrimin, fikri ve ahlaki planda öncelikle bir değerler savunusu, inşaası olduğuna inanan biri olarak, politik olma niteliğimi, şeylerde politik ve sınıfsal olanı görme gücümü koruduğum kanısındayım. İçimde hep bir kuşku taşımakla birlikte bir zamanlar proletaryanın iktidarını savunurken şimdi iktidarın her çeşidine karşı oldum, “Marxizm”in bir bilim olduğunu iddia ettiğim yıllar, Althusser’i keşfettikten sonra geride kaldı. Kendi ülkemin sınırları içinde kalan her hareketin tarihsel ve toplumsal ezberine yenilmesinin kaçınılmaz, tek ülkede yapılan devriminse güdük kalmaya ve gerilemeye mahkum olduğunu anladım. Devrim, hayatın her alanında birden yapılmıyorsa, dünyanın eski yatağına geri çekileceğini biliyordum, doğrulandım. Kendi fraksiyonlarımızın yayın organlarından gelen her işgal, her grev haberiyle ertesi gün devrim olacağını sandığımız toy günler geride kaldı elbet. En azından çok kanallı televizyonların ortaya çıkması, Türkiye’nin benim sandığım yer olmadığını öğretti bana. Buradaki “ben”in salt benim tekilim olmadığı açık. “Devrim nedir?” sorusu, aynı zamanda “Artık biz neyiz?” sorusunu da yedeğinde tuttuğu için, kendi kişisel serüvenimde içkinleşmiş bir kuşağın tarihinden söz almaya çalıştım bu yazıda.

Devrim hala mümkün. İhtiyaç hala mevcut. Yalnızca inadımdan mı söylüyorum bunu? Hayır, yalnızca inadımdan değil, ama devrim biraz da inat işi değil midir? Yoksa, ne bizim tarihi haklı çıkarmamız gerekiyor, ne de tarihin bizi… Yalnızca devrim gerekiyor. Herkes ve her şey için.

Murathan Mungan (Devrim Özel Sayısı – Birikim 2006) 

Read Full Post »

Older Posts »