Feeds:
Yazılar
Yorumlar

Archive for Kasım 2008

benimle olmaya çalışan, beni olmayan sırnaşık hayaletlerden kaçtım hep. göç eden ormanlara sevinçle halay çeken çalılar, kendi isteğiyle patlayıp yok olan yıldızları asla anlayamazdılar!

gözlerini bağlayıp, aynalardan kaçırdığım göz yaşlarım, hoyratça kopardığım çiçeklerin en yakın akrabasıydılar. merakın yönettiği ellerime kolayca günahkâr denilirken, bu kalın coğrafyanın sakinleri papatyalar kurusun diye mi uykudaydılar?

ne kadar saçmaydı her şey; kapılar açılınca ürktüğüm sisli yüzler, terk edilmiş birer sözcüktüler. paramparça cümle cesetlerinin arasında dolaşırken gördüm ki, ağaçları köklemeye çalışanlar aslında kendi köklerini yok etmişler!

-heeey! baş ucuma oturmuş beni seyreden dostoyevsky, lütfen söyle! sonsuz bir çağlayandan dökülen sular gibi sarıldığım sevgilim, gece gündüz, “intihar, intihar” diye sayıklarken, yeni aşklar limanına demirlemem ihanet mi?

Fergun Özelli

Read Full Post »

Üzülmedim Diyemem

I

ey aşk, yaptığını beğendin mi:

yetimler gibiyim ziyafetten aç dönen

ters yakılan sigara, hemencecik söndürülen-

yoksulluk ile vakit geçer mi…

  

uyanmış kalmışım, nasıl bir şey bu

toprağa baktım, yerinde yoktu;

şiirden aşağıya attım kendimi

düşerken düşündüm, ölmesem mi.

   

anlatıyorum, hiç konuşmadan,

buğdayın içini dökmesi gibi…

II

bugün dalgınım, dün de dalgındım

aç bile değildim aynaya bakmasaydım

dünden kalmış yemekleri yerken ki gönülsüzlük

gibi burdayım…

   

burayı sevmiyorum, bahsetmişimdir.

unufak olmak iyidir olmamaktan

hiç böyle demedim, yarabbim bilir

bu bozuk güzellik, kalbimi yoran…

    

bir sandalye çektim zor günlerin altına

ah ama,

   

kimse yüz vermiyor bana, sandalye bile

beni çağırıyor, yarım kalan ne varsa

bana düşüyor, her yağmur tanesini

suya götürmek, o serin ırmaklara

   

öyle ya

    

bir almanı herkes tanır, miğferi varsa

moskofu da tanırlar, yatıp uyumamışsa

bunları şunun için anıyorum burada

kim tanır beni, şaşkınlığım olmasa

    

bağırıp duruyorum denizin ortasında,

su buradan ne kadar uzakta…

 

    

İbrahim Tenekeci

Read Full Post »

49…

49

hiçbiri ve bir yıldız dururlar, baş başa

(hayat hayata; soluk soluğa
alevlenen düş düşleyen aleve)

birleştirilmiş kusursuz bir hiçle:

milyonerce; nerede ve ne zamanlar uzak,
nasıl sanılırsa ölümsüz olmayan akıllarca,
bu ölçülemez gizemler
(biri insanca; ve biri tanrısal) durur

ruh ruha: özgürlük özgürlüğe

en son gizliliklerine dek kadının ve adamın
(düşleyen alev alevlenen düş ile)
birleşir–düşünülemezde ki

anında doğan, bir (ki ne onların biri
ne de ikisidir) benlik atılır ölümsüzlüğe

e.e. cUMMINGS

Read Full Post »

Enis Batur…

“Git, meleğin tuttuğu kitabı al
ve yut onu: ağzında bal tadı (…)”

eNİS bATUR

 

ZALİM BELLEK

Bir başına derinlemesine yaşamak
yetecek sanmıştı kendisine – toy
değildi artık, genç bile sayılmazdı:
Sonuna kadar paylaşamadığına göre,
hiç paylaşmadan, sımsıkı kendinde
tutarak, geri dönemeyeceğini bildiği
yolu kat edebilirdi. Önce geceler
düğümlendi oysa. Sonra geceden
geceye ilerleyen o telâşlı akrep.
Fişten çektiği telefonlar, üzerini
çuhayla kapladığı ayna, çıkıp
boşluğa baktığı kör balkon –
anahtarlarını çevirip çekmeceye
kaldırdığı kapılar ağır ağır
zorlandı.

eNİS bATUR

 

 

 

Read Full Post »

TADIMLIK

Balık yoksa, ağlara bakarız
yine yoksa, aç kalırız.
Uzun uzun uzaklara bakarız.

* * *

Bütün yönleri denedim:
Balık yok.
Akıntıya bıraktım kendimi.

* * *

Denizler
siz değil
biz yaşadıkça
temiz kalır.

* * *

Yüzemediğim
balık yutamadığım günler
insan gördüğüm günlerdir.

* * *

Size kızamıyoruz.
Öfkemizi
denizkızları aldı.

* * *

“Oh!”
Bize haram ettiniz
böyle bir şeyi.

* * *

Deniz kırlangıcının sesi
kulağımızda küpe.

* * *

Kış geliyor
parçalıyor bulutlar Ayışığı’nı
ve mağaramızı.

* * *

Bebeğimiz ölüyor:
Yaz ortasında kış.

* * *

Yüzemiyorum
midem balık değil
deniz dolu.

* * *

Mağaramıza gelirken
benim gibi bir ihtiyarla karşılaştım.
Sevinçten uçacaktım.

* * *

Dalgaların sesi deliyor
bomboş midemi.

* * *

Kabus görerek uyandım.
Kaybolan yavrumuzun
yerine yatmışım.

* * *

Nehirdeki sisle
denizdeki sis farklı.
Denizinki daha tuzlu.

* * *

Martıların sesleriyle
mağaramız arasında
ne var?

* * *

Sizin çocuklarınız
denizde
taş sektirir.
Bizimkiler
gözyaşlarını.

* * *

Denizin
bizim duyduğumuz sesinde
yaz hüznü.

* * *

Kimdir
bizim
karaparçalarındaki
karşılığımız?
Şu son yıllarda
hergün düşünüyorum
bulamıyorum.

Kar yağarken
bütün dişi foklar
çekici.

* * *

Geçen gün
mezarlığınızı gördüm.
Ölüleriniz
neden yanyana?

* * *

Haklısınız.
Sizin toprağınız
bizim toprağımızdan
daha zengin.

* * *

“Şöyle bir bakayım” dedim
balık ağlarına.
Üstüm başım kan içinde kaldı.

sÜREYYA bERFE

Read Full Post »

 

YALNIZLIĞIN ATLASI

 

 

I

Hayat, çarpar ya ağırlığını camlarına evlerin, ışıklara aldanmayın, evler de yalnızlıktır, evler de… Siz çekersiniz gece büyür, gece çeker de bazen siz küçülürsünüz; geceler yalnızlıktır…

 

Yalnızlığın tablosunu çizer ufukta biri, atlasını yalnızlığın uzak sularda bir gemici; birileri sınırlar koyar, haritalar basar biri… Oysa harita basan bütün matbaalar suçlu, bütün silgiler yalancıdır. Haritalar yalnızlıktır…

 

 

Kaç bin ışık yıl uzağız belki de en uygar gezegene.

Ay tutulursa

ay orda bir yalnızlıktır.

Yalnızlıktır emzirdiğimiz göz göre göre…

 

II

Yerkürenin son jesti insanın dehşet yalnızlığı olacak. Biz yine de çiçekleri sulamayı unutmayalım, ama yalnızlığımız çiçeklere de kalmayacak…Bu gezegen her gün milyonlarca ton ağırlaşıyor; her gün aşksız, azıksız azalıyoruz. Azalıyoruz, çoğalıyoruz; ikisini birlikte tartsak azlığımız çok gelecek.

Yerkürenin son jesti insanın dehşet yalnızlığı olacak! Bunu bilmek için kutsal kitaplara gerek yok; işte hiç de kutsanmayan bir kitap bile bunu söylüyorsa, inanın, yalnızlığımız kitaplara da sığmayacak.

 

III

Bir ölüdenizdir yalnızlık…

Bir çınarın upuzun gölgesidir çınar boylu yalnızlık.

Atlasına akbabalar, haramiler tüner de

kendi olmakta diretir yine…

 

 

 

IV

Her insanda birden doğan, ama can çekişip ölemeyen yalnızlık. Herkes bir evrede anlar bunu; kimileri de menapozlarda, antropozlarda, bir gözaltında, uzun bir yolculukta ya da.

 

Dal değil, köktür yalnızlık; kurumuş olmalıdır ve bir daha yeşermez…

 

V

Okyanuslar analarıdır denizlerin; gökyüzünün anası yok: Gökyüzü yalnızlıktır. Kurt dağında, kuzu sürüsünde, çoban kavalında yalnız. Kalabalık, kabarık verirsin kavgalarını; bin yumruğun tek olup göğe doğrulduğu günlerde de, akşam, dönerken evine filen kadarsın…

 

Yazıyorsan, duyarlığınla yalnızsın kendi derininde; duyarlığınla suya yazılan sözlerle… En az yalnızlık çeken şairlerdir yine de; bölüşürler seslerini birlerle, ikilerle, beşlerle, ama beşlerle…

 

 

VI

O, sevgiyi kendi için istiyor; sevgisiyle yalnız. Onu değil, ben sevgimi seviyorum, sevgimle yalnız…Yalnızlığı deşiyorum yapayalnız, yapayalnız! Sonra bölüyor, bölüşüyor, topluyor, çarpıyor ve çıkarıp giysilerimizi birer birer sevişiyoruz; susup kalıyoruz belki, çekip gidiyoruz, ama geride kalanın adını yalnızlık koymaktan neden ürküyoruz?

 

İşte kadınlar da, erkekler de doymaz uzuvlarıyla birer yalnızlıktır… Doğasının insana ihanetidir yalnızlık; özünde yaşamın da, ölümün de birer ihanet olduğunu kavradığımızda sorun yok…

 

 

 

VII

Tek kişilik kalabalıktır aşk.

Aşk tek kişiliktir; ikinci kişiye bilet yoktur.

Kendinin yayasıdır aşkta ikinci kişi, kendinin mayası;

herkes kendi sevgisini sever…

 

Aşk nedir İncil’e göre? Nedir Tevrat’a, Zebur’a, Kur’ân’a göre?

Bu kitaplardaki aşklar, küfürler neyin rengine göre?

İnsandır, insan aslolan: İnsana göre!

 

Bir bedeni o kıyısızlığa bırakma saati geldiğinde

gitmek bir yalnızlıktır.

 

Bütün gitmeler yalnızlıktır

kalmaya göre…

 

VIII

Sevginin ve cesaretin cesetleriyle günler ağır ve kirli, tortusunu bırakırken ömrümüze; günler düşlerimize, özlemlerimize… Uzaklığın şakağında kaç namlu kim bilir yakın olmasın diye? Sonra biz, burada uçurumlara teslim gençliğimizle…

 

IX

En rezil parayla insan arasındaki yalnızlıktır; hiçbir inanç, hiçbir ideoloji, hiçbir aşk, hiçbir kitap bu yalnızlığın kurallarını bozamıyor. Bu

da bir yalnızlıktır…

 

X

“Yalnızlık bir yağmura benzer…”

Yağmurdan önce biz, bütün çılgınlıkları bir bir bölüştük. Bir bir türküleri, telaşlı koşuşları; silahları, tabuları, ayrılıkları; çoğaltıp yalnızlığımızı feodal tekkelerde, ellerimizin üzerinde bir el bile yokken bölüştük vuruşları. Sonrası geceydi ve yalnızdık çoğalttık susuşları…

 

Yağmura yakalandığımız geceye çarptık; geceye hiçbir şey olmadı.

Ama biz paramparçaydık

ve hayat gaspetti o vakur duruşları…

 

 

 

XI

Hâlâ dağların üstünde, zambakların içinde işte şu hayat; destan ve yalnız hayat! Yalnızlığa halay halay ellerim; kırılası, kırılası ellerim! Benim ellerim, yuh ellerim, şair ellerim… Kalemini silahıyla koruyan; kalemi de, silahı da yalnız ellerim!

 

“Yalnızlık bir yağmura benzer.”

Yağmurlarda sırılsıklam ellerim…

 

XII

Daha birileri bir yerlerde yaralardan söz ediyor; sonra binlerce ses o bir sesin üstüne, belki de yüzbinlerce… Ama kime anlatılır ki yara, orada yara olarak yalnız. Yarayı anlatan, anlatırken; yara ise orada yara olarak yalnız.

 

Destan ve yalnızdır hayat kırılası ellerim.

Herkes kendine göre bir yalnızlıktır…

 

 

XIII

İyi ki doğmadınız hiç doğmayanlar ya da doğması olasılık kalanlar. Doğarken, biz de spermdeki olasılık kadardık; o olasılıkla doğmak veya doğmamak üzere yalnızdık. Şimdi yaşamak ve ölmek hâlâ bir olasılıktır.

Hep mengenede, kederde en çok da yaşamak bir olasılıktır.

Sevişmek ey, yaşamak bir olasılıktır…

 

XIV

Yalnızlığı sevişirken eksiltiyor, eskitiyor

ve eskiyoruz…

 

Seviştiğim gece emzirdiğim gecedir.

Özümü katarım ona.

Geceyi kanatırım, gece beni kanatır.

Geceyi kanatırız, gece bizi kanatır.

 

Geceler insanlığımız,

insanlığımız yalnızlıktır…

 

 

 

 

XV

Giderek insanlaşıyor, uygarlaşıyor

ve insansızlaşıyoruz…

 

“Görgü tanıklarının ifadelerine göre”:

Dağınık yüzü günlerin ter ve keder içinde;

zanlıları her sabah o resmi geçitlerde…

 

İşte hayatlarımız intiharların ve cesaretlerin sustuğu yerde; hayatları-

mız diğer hayatların da cesetleriyle…Hayatlarımızda kimselerin bilmediği yalnızlıklar; ama kimseler bilse de, bilmese de yalnızlık var ey bütün yalnızlıklar!

 

XVI

Şimdi travestiler kalçalarında ve slikon göğüslerinde biriken yorgunlukla Dante’nin “İlahi Komedya”sını konuşuyorler sperm kokan duvarlarla…O yırtık, yamalı ve yaralı sevgilerden, o kaypak sevgililerden, servetlerden geride hep namuslu bir orospum oldu benim de; tünediler yalnızlığıma hüzünlü bir yüzle o gecelerde…Sonra günlerin de üzerinde bir hayat; sürgit yoğunlukların, yorgunlukların, öfkelerin üstünde.

 

 

XVII

Şimdi güzel bir deniz karşımda; korkunç çırpıntılı, dehşetli mavi bir deniz tutmuş da bir ucundan b(akıyor) uzaklara…

 

Uzak, uzaklığında,

ben kendi yakınlığımda yalnızım;

ortalarda olsam da ortalı yalnızlıktır…

 

XVIII

Böyle yakın uzaklıklarda hep yalnızlıklar ve “yalnız değiliz” derken de yalnız! İşte cesetler ve cesaretler içinde aynadaki suretimi tuzla buz ediyorum; keder ırmakları akıyor ortasından… Birden bir kırlangıç sürüsü kanat çırpıyor uzaklara; yollara ve yolculara bakıyorum da, şarkıların kırık dökük notaları saçılmış sokaklara. Herkes kendine göre bir şarkıyı tutturmuş yangınlar ortasında!

 

 

YILMAZ ODABAŞI

Read Full Post »

aslında bu şarkı billie holiday’in şarkısıdır. albümünü yaptığı dönemde uyuşturucu bağımlılığı yüzünden zaten inişli çıkışlı giden kariyeri için büyük bir riskmiş bu şarkıyı söylemesi. hatta akılverenleri bu şarkıyı söylemesini istememişler. ama billie hem yaralı ama inatçı bir kadınmış… istediğini yapmış. bu şarkı bana babamı hatırlatıyor demiş… nina’nın da hakkını vermem lazım ama…

pınar kür’ün bi kitabı vardı “küçük oyuncu”.sevdiği adam ölünce, yaşadığı evin duvarlarına bakarken senelerce orada asılı duran tabloya gözü çarpıyor. çok hüzünlü bir tablo bu. sonra diyor ki “insanlar acıların duvarlara asılabileceğini zannediyorlar…” acılardan şarkı oluyor ama…

 

—Strange Fruit

Southern trees bear strange fruit

Blood on the leaves and at the root

 

Black bodies swingin’ in the Southern breeze

Strange fruit hangin’ from the poplar trees

 

Pastoral scene of the gallant South

The bulging eyes and the twisted mouth

 

Scent of magnolia, sweet and fresh

Then the sudden smell of burning flesh

 

Here is the fruit for the crows to pluck

For the rain to gather, for the wind to suck

 

For the sun to rot, for the tree to drop

Here is a strange and bitter crop

 

 

—Garip meyve

Güneyin ağaçları garip bir meyve taşır

Yapraklarında ve köklerinde kan var

 

Kara gövdeler Güneyin melteminde sallanıyor

Garip meyve kavak ağaçlarında asılı

 

Pek kibar Güneyde kırsal bir manzara bu

Şişmiş gözler ve çarpılmış ağız

 

Manolya kokusu, çok güzel ve taze

Sonra birden yanan etin kokusu

 

İşte kargalar didiklesin diye asılmış siyah meyve

Yağmur toplasın ve rüzgar yutsun

 

Güneş çürütsün ve ağaç düşürsün diye

İşte garip ve acı bir meyve

 

 

alıntılar…

 

new york’lu lise öğretmeni komünist yahudi abel meeropol ’un ilk kez 1937 yılında the new york teacher’da yayınlanan, amerika birleşik devletleri’nin güney eyaletlerinde zencilere karşı girişilen linçleri konu alan şiiridir. meeropol daha sonra şiire beste yapacak ve şarkıyı ilk kez 1939 yılında 23 yaşındaki billie holidaycafe society isimli gece kulübünde seslendirecektir. holiday öldüğü 1959 yılına kadar strange fruit’i mümkün olduğunca az seslendirmiştir zira her seslendirdiğinde ağlar. her ne kadar bugüne kadar tori amos , sting , ub40 , cassandra wilson gibi şarkıcı ve gruplar tarafından seslendirilse de şarkı daima billie holiday ile birlikte anılmıştır. q dergisi “100 songs that change the world” özel sayısında strange fruit şarkısını altıncı sıraya koyar.

 

ahmet ertegünstrange fruit için “bir savaş ilanı…medeni haklar hareketinin ilanı” demiştir. ünlü davulcu max roach ise şarkıyı söyleyen billie holiday için, “billie, şarkının plağını yaptığında, devrimin ötesindeydi bu. karaderili olarak hepimizin hissettiğini dile getiriyordu. hiç kimse sesini duyurmamıştı. bu güzel genç kadın, söylediği şarkılarla, aktardığı duygularla, mücahitlerden biri olmuştu. zencilerin sesi oldu. candan sevdiler bu kadını.” diyecektir.

 

tuskegee institute’ün arşivlerindeki kayıtlara göre, 1882 – 1968 yılları arasında 3,446 siyah linç edilmiş. bunlar kayıtlı olanlar. kayıtlara geçmeyen linç olaylarının bu rakamı katlayacağı söyleniyor…

 

linç edilen siyahların hemen hepsi erkek. çoğunun linç edilmesine neden olarak “bir kadına tecavüz etmiş olmaları” ya da “beyaz kadınlarla ilişkiye girmiş olmaları” gösterilmiş. bu linçlerin büyük bir kısmı beyaz erkeklerin yoğun katılımıyla gerçekleşmiş. linç olaylarının hemen hepsi kalabalık bir izleyici kitlesinin gözü önünde olmuş. izleyici kitlesi “suçlu” kabul edilen siyahın öldürülmesini büyük bir memnuniyet ve ilgi ile izlemiş, bazıları eşe dosta yollamak ya da hatıra olarak saklamak üzere linçin fotoğraflarını çekmiş… (bkz: linc psikolojisi)

 

siyah ve kadın gazeteci ida b. wells, 1890’lara ırk ayrımcılığına ve linçe karşı ilk büyük kampanyalardan birini başlatarak, pek çok linç olayının belgelenmesini sağlamış. bugün, o dönemde yaşanan kitlesel acımasızlığa karşı pek çok önemli bilgiyi ida b. wells’in çalışmaları, hayatını riske atarak yaptığı çalışmalar sayesinde edinebiliyoruz. onun belgelediği linç olaylarından öğreniyoruz ki, siyahların çalışma hakları konusunda siyasi eylemler yapan pek çok kişi de üzerlerine “tecavüz”, “cinsel saldırı” gibi suçlar atılarak toplumda hedef haline getirilmiş ve linç edilmişler… linç siyahlara yönelik gerçek bir siyasi sindirme * yöntemi olmuş.

 

strange fruit işte öyle günlerin şarkısı. tarumar olmuş bir hayattan büyüleyici bir sesle yükselen, hiç bir tahta oturmayan ruhu örselenmiş bir kraliçenin, billie holiday’in dünyaya tanıttığı… en çok billie holliday ile nina simone’un seslerine yakıştırılan ama aslında kim hissederek söylerse onunla da ayrı bir aura’ya bürünen bir şarkı. anlattığı şey gerçek olduğu kadar, kabullenilmesi zor ve ağır. bir şarkının barındırabileceği azami hüznü, isyanı içinde taşıyan, dinleyeni uzun süre etkisinde tutan bir parça. onun ağırlığında ezilen insan “sadece bir şarkı” deyip geçmek istiyor bazen, geçemiyor.

 

 

 

Read Full Post »

a pillow of winds_Pink Floyd

**

Kimi koşturan
kimi amaçsızca basan ard arda
ayaklar arasında bir minik kuş
havalanır grinin arasından

     

bazen bir yeşile saklı
bazen mavinin üzerinde belli belirsiz salınır
sonra
mavinin üzerinden bir başka maviye kanat açar
izi halka halka yayılır

     

başka bir zaman
kırmızıya bulanmış ayakları
çabalasa da kurtulamaz

      

kalbinin üzerinde bir kuş çırpınırsa
bırak uçsun,
kırmızı aksın bencilce

  

**

Read Full Post »

tam-an-lanmamış şiir

piramitolojik
olaraks
sarkaçıyorum
güneşterle
deviraneyim
(nevrotik tak tik )

uçurumuz umdun

günebakanatlandım

kan adım.

—ke
(zamani; şimdik açı, 21. yüzyılan)

 

Read Full Post »

Su olsam, ateş olsam

Göklerdeki güneş olsam

Konuşmasam taş olsam

Yine de oynar mısın benimle

Susulsam kusur olsam
Ağızdaki küfür olsam
Doğuştan esir olsam
Yine de oynar mısın benimle

Sayılmasam kaç olsam
Toprakdaki güç olsam
Aptal gibi suç olsam
Yine de oynar mısın benimle

Benimle oynar mısın
Benimle oynar mısın

Bülent Ortaçgil—

 

 

Read Full Post »

Older Posts »