Feeds:
Yazılar
Yorumlar

Archive for Ağustos 2009

Kapitalizmin ölümü kalbe saplanan bir hançerle değil, bir milyon arının sokmasıyla gerçekleşecektir. İşte bizler o arılarız.

John Holloway—

Read Full Post »

boşluk
Hiçliğin kaygan zemininde yürümek
Ve hafifçe temas etmek
Gerçeğin içindeki gerçeğe
Yavaş yavaş
Ağır ağır
Her şey olmak
Ve karanlık
Ve kör nokta
Ve anlamı aramak
Ve anlamsızlıkta kaybolmak
Ve sonunda bir fantezide bulmak kendini…

açlık
Gerçeği kitaplardan indirdik soframıza
Tok olsak ta tadına bakmaya hevesli
Sabırsız dilimiz dışarıda
“insanoğluinsan” yine kefaretsiz tatminlerde
Yaşam ıslak ve uyuşuk
Ölüm kuru ve dinamik…

(from nowhere to everywhere))

Read Full Post »

The journey…

UPL_UPL_6

the journey—

(from somewhere to anywhere))

Read Full Post »

* Düşüncede saplantı, ayrıntının ortaya çıkmasını sağlayan bir ayrıştırıcıdır. Kimyadaki ayrıştırıcılardan tek farkı ise, ayrıntıya yapışık olarak yaşamasıdır. Oysa bir kadına saplanmak, ‘saplantının’ kendisini görmezden gelme çabası içinde istemeden uygarlaşmaktır. Saplantı, bu açıdan bakıldığında, düşünsel bir cesarettir. Hastalıklı bir kadın, nasıl bir türlü sevdiği erkeği bırakamıyorsa, saplantılı düşünce de olguların temelindeki ayrıntı noktayı öyle kavrayıp, ona sıkı sıkıya bağlı kalarak sıradışı sonuçlar üretir. Saplantı ve önyargı, birbirlerini tamamlayan ve haz prensibi doğrusunca yaşayan iki düşünme tekniğidir.

* Eskiden büyük sözler edebilmek için çok kitap okumak gerekiyordu şimdi ise çok aşık olmak. Bu aşk, ne kadar gerçekleştirememişse kendini, büyük sözler de o derece inandırıcı olacaktır. Görünümler dünyasının görüntüler dünyasına olan üstünlüğüne benzer biçimde, inandırıcı olmak da inanca karşı yadsınmaz bir üstünlük taşır.

* Pierre Reverdy imgenin katıksız zihnin yaratımı olduğunu söylüyor. Bugün bunun tersini yaşıyoruz. Zihnin imgeler tarafından yaratıldığı bu dönemde yabancılaşmanın yerine ancak parçalanmadan söz edebiliriz. Her parça, anın zihnini taşıyor. İmgelem, sürekli doğurarak kendini kaybettiren bir yoğunluk olarak var. Artık şiiri yazan şair değil, şairi yazan şiirin ta kendisi.

* Yitirilmiş olanla yok edilmiş olan arasında derin bir uçurum vardır. Birincisi uygarlığın nedenidir, ikincisi nedensizliğin nedeni.

Andre Breton (Sürrealismus)

(http://surrealismus.blogspot.com/search/label/Aforizmalar)

bir söz de benden gelsin:

Beyin şekil olarak en çok bağırsaklara benzer, çünkü beyin esas olarak bir sindirim organıdır—

Read Full Post »

“…Her zaman benimle birlikte olan, birlikte taşıdığım, yaşadığım sözcüklerime dönmem gerek. Sözcüklerim olmadan o gökyüzüne nasıl dayanabilirdim. O caddeye, o geceye, gecelere, uykuyla uyanıklık arasında öylesine yatıp uyuyamadığım için sinirlendiğim ve her şeyi düşünüp, kalkıp düşündüklerimi sözcüklere çeviremediğim gecelere. Ya da uykunun ölümsü derinliğinde var oluşumuzun küçüklüğünü algıladığım gecelere. Bu yaşam, beni ancak içimde esen rüzgarları, içimde seven sevgileri, içimde ölen ölümü, içimden taşmak isteyen yaşamı, sözcüklere dönüştürebildiğim zaman ve sözcükler, o rüzgara, o ölüme, o sevgiye yaklaşabildiği zaman dolduruyor.
Başka hiç bir şey.
Şimdi sen bir anısın. Tenin herhangi bir yerde sürdürecek yaşamını. Hiçbir sevginin ardından gidemem. Sevgi inandırıcı değildir. Düşüncelerin bulduğu, düşüncelerin biçimlendirdiği bir durumdur. Düşünüldüğü oranda büyür, derinleşir, büyütülür, derinleştirilir. Ne denli düşünülürse, o denli büyür. O denli dayanılmaz boyutlara ulaşır, ulaştırılır. Gerçekleştirilemez. Soyutlaşır. Ve hiçbir zaman bitmez. Yaşam gibi. Ölüm gibi.”

Yaşamın Ucuna Yolculuk

Read Full Post »

Sinem Sal…

Konu: Tindersticks ile yazılmış İki Şiir

58. Sokak

bak önümüzde koştura koştura
ve sırtlarındaki tırnak izlerini saklayarak
ipsiz sapsız adamlar geçiyor
gecenin bir yarısı olmuş sen, yani muhtemelen
göğüslerini çıkarıyorsun sütyeninden

izbe bir otel odasında, karnında sancının en ağırıyla
dilini bilmediğimiz bir ıslık ve ince bir sigara sıkıştırıyorsun
altı morarmış dudaklarının arasına
ve kasıkların iğdiş ediliyor dikensi bir yağmurla
birlikte gökyüzü iniyor ayak parmaklarından aşağı
her ne varsa ağzında küfür , aşk, günah , dua
dökülüyor

ağzını bir açsan üç mevsim değişecek sanki
ağzını bir açsan sonsuzluğun tarihine inanacağım
ve hiçbir yere gitme niyetim olmayacak
ama sen hükmedemediğin bedenlerin buyruğunda mutlu
ve sen ismi cisminde ezilen
hangi iklime uydurmaya kalkarsan kalk
bu çiçeğin ömrü iki vakit
toprağına siyanür karışmış , kalçana at nalları

tamam
gözlerinde camlar kırılan kadın
içi sıkıntılı rüyanı bende görebilirsin
gündüzü sana bıraktım

geceleri uyu !

Sinem Sal

Sabaha Varan Gece Yorgundur

bir porsukağacının tepesindeyiz işte
oturmuş salıncak kurma niyetindeyiz
ayaklarımızın altında dallar çiğneniyor ve
damarlarımızda haddinden fazla anason
ağzımızda kaçmaya cesaret edemeyen küfürler
içimizde çok fazla kırgınlık ve geçmiş var

boşversene sen bunları , burada güzel olan her şey günah

uzun bir gece kılığına girmiş gündüz
sancı kere sancı
Meryem’in öteki yüzü adeta tüm bu olanlar
sen de ben de o da toplamda hepimiz işte
biliyoruz kollarından gerecekler hatalarımızı
uzun bir gece kılığına girmiş gündüz artık
çırılçıplak

boşversene sen bunları, burada acı olan her şey sevap

odamın köşesindeki solgun balık
yarısı ısırılıp bırakılmış elma
dişlenmiş sütyen
nemlenmiş kapı kolu
hiçbirinize ulaşmaz sesim
yara , kabuğu kabullenmiyor
rüya, göz kapağını
hepimizin organları içimizden çıkmaya niyetli
ben tedirginim bu günlerde, içim kasvetli ve

boşversene sen bunları, dışımdaki duvarı kırıyorsun

yastığımın içinde bir kara kutu
yastığımın içinde durmadan uğuldayan bir sen var
şehre giden son vapuru kaçırdık
bırak da sevişelim, yapacak başka şeyimiz yok
öyleyse
yavaş yavaş terk edelim birbirimizi
belleğime asılı bir terazi
karşına ne koysam hafif

boşversene sen bunları, içimdeki sakinliği deşiyorsun

Sinem Sal

Read Full Post »

Mektup

Konu: επιστολή – Mektup

(rembetiko)

επιστολή

Όταν θα λάβεις αυτό το γράμμα
εγώ θα είμαι πολύ μακριά
και θα πιστέψεις πως δε χωράνε
δύο αγάπες σε μια καρδιά

Όταν θα λάβεις αυτό το γράμμα
τότε θα κλάψεις με μαύρο κλάμα

Πάντα με μάσκα εσύ μιλούσες
κι ήθελες να ‘χεις δυο αγκαλιές
μα που το βρήκες αυτό γραμμένο
εσύ να παίζεις με δυο καρδιές

Όταν θα λάβεις αυτό το γράμμα
τότε θα κλάψεις με μαύρο κλάμα

Κι εδώ τελειώνει μια ιστορία
μ’ αυτό το κλάμα το θλιβερό
δε μετανιώνω που σ’ αγαπούσα
όμως λυπάμαι που σ’ αγαπώ

 

Mektup

Bu mektubu aldığında
ben çok uzaklarda olacağım
ve inanacaksın bir kalbe
iki sevginin sığmadığına

Bu mektubu aldığın zaman
ağlayacaksın simsiyah gözyaşlarıyla

Her zaman bir maskeyle konuşurdun sen
ve hep iki kucak isterdin sarılmaya
ama nereden çıkardın
iki kalple birden oynayabileceğini?

Bu mektubu aldığın zaman
ağlayacaksın simsiyah gözyaşlarıyla

Ve bir hikaye daha bitiyor burda
bu hüzünlü ağlayışla
Bir zamanlar seni sevdiğime pişman değilim
ama hala seni sevdiğim için üzgünüm
——————–

Read Full Post »

 YARATICININ YOLU ÜSTÜNE

 

 Yalnızlığa çekilmek mi istersin kardeşim? Kendine varan yolu aramak mı istersin? Biraz dur da beni dinle.

 ‘Arayan, kolay yiter. Her türlü yalnızlık suçtur?’ –böyle der sürü. Ve sen sürüdendin uzun bir süre.

 Sürünün sesi daha sen de çınlayacak. Ve sen desen: ‘Artık sizinle ortak vicdanım yok benim’, yakınma ve ağrı olacak bu.

 Bakın, aynı vicdan doğurdu bu ağrıyı; o vicdanın son parıltısı daha senin derdinde yanmaktadır.

 Derdinin yolunu, yani kendine varan yolu yürümek mi istersin? Öyleyse hakkını ve bu işi becererek gücünü göster bana!

 Son yeni bir güç yeni bir hak mısın? Bir ilk devinme misin? Bir kendi kendine döner tekerlek misin? Yıldızları kendi çevrende dönmeye zorlayabilir misin?

 Yazık, yüksekliğe tutkunluk öyle çok ki! Gözü doymaz kişilerin çırpınmaları öyle çok ki! Tutkun ve gözü doymaz bir kişi olmadığını göster bana!

 Yazık, körükten fazla bir iş görmeyen büyük düşünceler öyle çok ki: körüklerler ve daha da boşaltırlar.

 Özgür mü diyorsun kendine? Egemen düşünceni işitmek isterim ben senin, boyunduruktan kurtulduğunu değil.

 Sen boyunduruktan kurtulmaya yetkili bir kişi misin ki? Nice kimseler uşaklıklarını atarken, son değerlerini de atmış oldular.

 Neden özgür? Zerdüşt’e ne bundan! Gözlerin apaçık söylemeli bana: ne’ye özgür?

 Kendi kötün ile kendi iyini kendine sağlayabilir misin, kendi istemini bir yasa olarak kendi üstüne asabilir misin? Kendi kendinin yargıcı olabilir misin, kendi yasanın öc alıcısı?

 Korkunçtur, kendi yasanın yargıcı ve öc alıcısıyla yalnız kalmak. Yıldız işte böyle fırlatır ıssız uzaya, yalnızlığın buzlu soğuğuna.

 Bugün kalabalığın acısını çekersin daha, ey tek kişi: bugün yürekliliğin tam daha, ve umutların.

 Ama bir gün yalnızlık yoracak seni, bir gün eğilecek gururun ve yürekliliğin yılacak. Bir gün haykıracaksın: ‘Yalnızım ben!’

 Bir gün görmeyeceksin yükseldiğini, alçaklığını ise pek yakından göreceksin; kendi yüceliğin bir hayalet gibi korkutacak seni. Bir gün haykıracaksın: ‘Her şey düzme!’

 Yalnızı öldürmek isteyen duygular vardır; başaramazlarsa, kendileri ölürler sonra! Ama sen buna yeterli misin, -katil olmaya?

 Kardeşim, ‘horgörme’sözcüğünü tanıdın mı? Peki doğruluğunun, seni horgörenlere karşı doğru olmanın ağrısını?

 Nice kimseleri senin için başka türlü düşünmeye zorlarsın, bunu yanına koymazlar senin. Onlara yaklaştın, ama geçip gittin: hiç bağışlamazlar bunu.

 Onların üstüne ve ötesine geçersin: ama sen yükseldikçe kıskançlığın gözü daha küçük görür seni. Fakat uçandan nefret edilir en çok.

 ‘Bana karşı nasıl doğru olabilirsiniz!’ –demelisin sen- ‘ben kendi payıma sizin haksızlığınızı seçtim.’

 Onlar haksızlık ve çamur atarlar yalnıza: ama böyledir diye, kardeşim, yıldız olmak istersen, daha az ışık saçmamalısın onlara!

 Ve iyilerle doğrulara karşı tetikte ol! Onlar, kendi erdemini yaratanları, çarmıha germeye can atarlar, -onlar yalnızlardan nefret ederler.

 Kutsal yalınlığa dahi tetikte ol! Yalın olmayan her şey kutsuzdur onca; ateşle oynamaya da bayılır, -kazığın ateşine.

 Kendi sevginin baskınlarına karşı dahi tetikte ol! Her önüne gelene elini uzatmaya pek yatkındır yalnız kişi.

 Elini değil, yalnız pençeni uzatmalısın nice kimselere; hani pençenin tırnakları da olursa yok mu…

 Ama karşına çıkabilecek en çetin düşman, kendin olmalısın hep; sen mağaralarda ve ormanlarda kendine pusu kurarsın.

 Ey yalnız kişi, sen kendine varan yolda yürürsün! Ve kendinden ve yedi şeytanından geçer yolun senin!

 Yadsıyıcı olmalısın kendine karşı, ve büyücü ve falcı ve deli ve kuşkucu ve uğursuz ve alçak.

 Kendi yalımınla yakmaya hazır olmalısın kendini; önce kül olmadan nasıl yeni olabilirsin ki!

 Ey yalnız kişi, sen yaratıcının yolunda yürürsün; sen bir tanrı yaratacaksın o yedi şeytanından!

 Ey yalnız kişi sen sevenin yolunda yürürsün; kendini seversin sen, bu yüzden kendini hor görürsün, ancak sevenlerin horgördüğü gibi tıpkı.

 Yaratmak ister seven kişi, horgörür de ondan! Sevdiğini horgörmek zorunda kalmamış kişi ne bilir ki sevmeyi!

 Sevginle git yalnızlığına, kardeşim, yaratmanla git, doğruluk ancak daha sonra topallar ardın sıra senin.

 Benim gözyaşlarımla git yalnızlığına, kardeşim. Kendinden öte yaratmak isteyeni severim ben, ve böylece yok olanı.

 Böyle buyurdu Zerdüşt.  

Read Full Post »

DUVARINIZ VIZ GELİR BİZE VIZ!

 

 

Kafka ve Bukowski. Taban tabana zıt gibi görülseler de aslında aynı kişilerdir. Biri dünyayı içselleştirmiş, diğeriyse dışsallaştırmıştır, ama aynı özelliğe sahiptirler: “evrensel” oluşları.  Bu benzetmeye gülecek çoktur ama önemli değildir benim için. Kafka, çek asıllı bir alman, sosyal sigortada memur ve yoğun suçluluk duygularıyla haşır neşir amatör bir yazar. Yazmaya aşık. Öyle ki nişanlısı Milena ile yazmasını engelleyecek korkusuyla evlenmeye yanaşmayacak kadar. Kaderin oyunu, Kafka maalesef erken göçer öte tarafa, otuzlu yaşlarda verem hastalığından. Yazdıklarınıysa bir dostuna yakması için emanet eder ama dostu onu dinlemez ve yazdıklarını yayımlar. Kafka adlı büyük yazar böylece kendi edebiyatı ile dünyaya ün salar, başlı başına bir dünya yaratarak. Kendisi tabii bunu görememiştir, acı mı tatlı mı konu bu değil, konu, Kafka’nın evrensel oluşu.

 

“Dava” ve  “Dönüşüm” romanlarında Kafka,  içlerindeki yoğun suçluluk duygularıyla baş etmeye çalışan karakterleri anlatır. “Dava”da Joseph K., “Dönüşüm”de de Gregor Samsa, toplumun dayattığı yaşam süreci içersinde bozulurlar ve farkında olmadıkları bir suç ile baş etmek zorunda kalırlar. Kafka lafı dolaştırmaz, “K. tutuklandı”, “Gregor Samsa böceğe dönüştü” bu kadar, sonra örer kozasını. Şimdiki romanlarda laf sürekli dolaşır durur, ama ne başında ne de sonunda bize hiçbir şey söylenmez.

 

Suçluluk duyguları. Temel anlatılan budur. Dava romanı bunu çok iyi açıklar. Joseph K. ne olduğu belli olmayan bir suç nedeni ile tutuklanır ve roman boyunca kendini savunup aklamaya çalışır. Beceremez ama, ne yapsa ne etse beceremez ve en sonunda ölüm cezasına çarptırılır. Anlatılmak istenen basittir: suç, toplumun yüklediği suçtur ve bunu reddederek kurtulamayan Joseph K. en sonunda mahkum edilir, cezası ölümdür. Çünkü, nedeni belli olmayan, aslında belli olan ama kendisinin anlayamadığı suçu reddetmek yerine sürekli kendini savunma yoluna gitmiş, savundukça suçlanmış, yardım istedikçe batmış ve en başta masumane görülen suç onu bitirmiştir. Anlatılmak istenen, “üzerine salınan suçluluk duygularından, sana o suçluluk duygularını  yükleyenlerin yardımı ile kurtulmaya çalışmanın anlamsızlığıdır.” Zira K. suçsuzdur, ama var olmayan bir suçu savunma yolunu tercih etmiş ve mahkum olmuştur, tabiri yerindeyse kişilik olarak ölmüş, yok olmuştur. Ferhan Şensoy’un, “Pardon” filminde de vardır bu, işlemedikleri bir suçu işlemediklerini savunmaya çalışarak, boş yere altı yıl hapis yatar üç arkadaş, halbuki en başta reddedebilseler serbest kalabileceklerdir ama aynı filmde, bu inkârın da öyle kolay olmadığı, sistemin ne kadar güçlü olduğu anlatılır.

 

Konu budur. Koca Varlık dergisinde ama, Kafka’nın bu romanı, hukuk sisteminin, yargı sisteminin çelişkileri ile alakadar olarak analiz edilir ve biz de aynı bir tatak gibi yapışıp kalakalırız oturduğumuz yerde.

 

Pink Floyd, “The Wall.” Bilmeyen yoktur. Bu albümü yaptıkları zaman, hiçbir yerde okumadım, duymadım ama Kafka’nın Dava romanından etkilenmemeleri hemen hemen imkansızdır. Konu aynıdır: Pink adlı karakter, babası savaşta ölmüş bir yetim olmasının da etkisiyle, çocukluğundan başlayarak, anne, eğitim sistemi, sevgili, eş ve kapitalist sistem tarafından yoğun bir suçluluk duygusuna sokulmuştur. En nihayetinde Pink, bu suçluluk duyguları ile baş edemeyerek kendi iç dünyasına kapanır ve içsel bir sorgulama sürecine girer. Albümün 2. Cd.sinin ilk şarkısı, “Hey You” da geçen: “Birlikteyiz ayakta yıkılırız bölününce” lafı, bizim solcularımız tarafından hep yanlış anlaşılmıştır. Anlatılmak istenen, kişinin içsel bütünlüğüdür, zira Pink öyle dağılmıştır ki, normal bir insan olarak artık yaşayamamakta ve rüyalar aleminde a-sosyal bir deli olarak yaşamaktadır. Albümün sonunda, içsel bir mahkeme kurulur.  Sanık Pink’tir. Suçlayanlar ise, anne, öğretmen, eski karısı, kısaca sistemdir, ki duvarı simge ederler. En sonunda yargıç kararı açıklar. Yargıç Pink’in iç sesidir, kendi sesi, kendi öz sesi: yani vicdanıdır. Ve Pink’in vicdanı onu en büyük cezaya mahkum eder: “DUVARI YIKMA” cezasına. Çünkü bu  katlanılması güç en büyük cezadır. Pink duvarı ya yıkacaktır ya da ölecektir, aynı, Joseph K. gibi.

 

Hiç unutmuyorum, sene 2001, Sirkeci’den tramvaya bindim ve o dönem  sevdiğim kızdan kendi hatalarımdan dolayı olduğunu düşündüğüm bir nedenle ayrıldığım için pili bitik, yoğun suçluluk duyguları ile boğuşuyorum, sabah oluyor ağlıyorum, gece oluyor yine ağlıyorum. Aklıma 1989’dan beri ezbere bildiğim bu albüm geldi. Gözlerim açıldı, “suçlu değilim” dedim kendi kendime, ”her şey yaşanacağı şekilde yaşandı, bitti gitti, o kadar.” Ve dünya daha güzel göründü o an gözüme. Evet, “The Wall” on iki sene sonra hayatımı kurtardı benim. Zira bilgi içsel olarak teyit edilmediği sürece anlamsızdır, boştur. Sartre demiş bunu da sanki.

 

Sartre da evrensel bir başka yazar, filozoftur. “Bulantı” adlı romanında, otuzlu yaşlarda bir adamın günlük sıkıcı hayatını anlatır. Roman, aynı ismi gibi okurken bulantıdan midesini kaldırır insanın, sıradanlıktan, sıkıntıdan, tekdüzelikten. Ama bir şeyler olur romanın sonunda ve roman kahramanına o sıradan dünya birden güzel görünür ve yazar olmaya karar verir, bu şekilde dünyasına bir anlam katma ihtiyacı hisseder.

 

Bukowski’yi hatırlarım işte ben bu noktada. Kafka ile aynı kişi derken bunu kastettim. Kafka’nın dünyadan ayrıldığı yaşa eş zamanlı yazmaya başlamış bir yazardır Bukowski. Otuz beş yaşına kadar yoğun suçluluk duygularıyla yaşamış, Kafka gibi sevecen bir ailesi olmadığı için kendini içkiye vurmuş, fiziksel çirkinliğinden ötürü üniversiteyi 2. sınıfta terk edip ucuz işlerde çalışmış, barlarda gününü gün etmiştir. Ama bu, “gününü gün etme” onun deyimidir ve çoğu kişi bunu yer. Gerçek farklıdır. Aynı Sartre’ın  “Bulantı” romanı kahramanı gibi rutin, sıkıcı, tekdüze bir hayattır onun yaşadığı, aynı bar taburesinde, aylarca oturur, içer, içer, içer. Ta ki otuz beş yaşında mide kanaması geçirip, ölmesi kesin hastalar arasına kaldırılıncaya dek. İki gün sonunda her zaman güvendiği şansı yaver gider, zerre sevilmediği ve sevmediği babasının sigortasından karşılanan kan yardımıyla hayata geri döner. Daha büyük bir suçluluk duygusu yaşayacağı düşünülebilir ama işler öyle gitmez. “Bulantı” romanının sonu gibi o an dünya Bukowski’ye farklı görünür ve o andan itibaren de yazarak, “duvarı yıkmaya” başlar. Bir daktilo satın alır, ilk şiirlerine vurur elleri, “yarı ölüyüm zaten, bu şiirler tanrıya bir mesaj benden” diyerek. Bukowski’nin de yaptığı kısaca budur, “DUVARI YIKMAK.”

 

Kafka dan farklı olarak, seksen yaşına kadar yaşar ve ününü canlı görür, nimetlerinden yararlanır. Ama evrenselliği aynıdır. Çünkü, Kafka gibi üzerine salınan suçluluk duyguları ile boğuşmuş, ondan farklı olarak içselleştirmeyerek, dışsallaştırmış ve merkezine de kendini oturtmuştur. En kötü romanı olarak bilinen ve kötü bir yazar diye tabir edilmesine neden olan, “Kadınlar” romanında, Bukowski, kadınları  cinsel bir “mal” olarak anlatır. Cinsellik onun için on on beş saniye, “herhangi bir” kadının üstüne çıkıp boşalıncaya kadar bir iki gidip gelmektir. Zaten genelde sarhoştur, hatta bazen beceremez bile, kadının üstüne kusar, sızar. İçkiyi sekse, aşka tercih eder, “yarığı” olmadığı için erkek okuyucularına pas vermez, kadın okuyucularını da  otuz saniye içinde becerip gönderir, bazılarına zorla sahip olur. Romanın ana fikri budur ve görünürde hiçbir edebi anlamı da yoktur. Ama Bukowski de Kafka gibi lafı dolaştırmaz. Daha romanın başında bize ip ucunu verir, anlayana tabii. Ta başında romanın şöyle der: “elli yaşımdaydım ve iki senedir bir kadınla beraber olmuşluğum yoktu.” Bu dürüstlük bizim yazarımızın dübürünü uçuklatır! Anlatılmak istenen basittir: elli yaşına kadar kendisine yüz vermeyen kadınların, kendisi bir şekilde ünlü bir şair  olduktan sonra nasıl değiştiklerinin ve bir bir elinden nasıl geçtikleridir. Aslında çok acıklıdır, çünkü Bukowski artık elli yaşındadır ve “ ah daha önceleri nerelerdeydiniz” gibi bir his bırakır insanda. Bir yerinde romanın, Bukowski ormanda kaybolur, bir barajın nehir sularını tutan kolun oraya gelir ve kendisini bulmaları için o kolu indirmeyi düşünür, ama bir gün sonraki gazete manşetleri aklına gelir ve vazgeçer. Bukowski’nin aklına gelen manşetler şudur: “değersiz şair chinaski, değersiz kıçını kurtarabilmek için ormanı su altında bıraktı.” Yani, Bukowski ünlü bir şair olarak insanlar peşinde, kadınlar yamacındayken bile hâlâ aşağılık duyguları ile cebelleşmektedir.

 

Ve iddia ediyorum, yine gülecekler vardır, Nietzsche’ nin, “Böyle Buyurdu Zerdüşt” eserinde bahsettiği, “yaratıcı” kimliği ile birebirdir Bukowski. Bahsettiği tam olarak Bukowski’dir. Tüm kitabı değil, sadece, “Yaratıcının Yolu Üzerine” kısmını okursanız, ne demek istediğimi anlarsınız.

 

Dostoyevski, “Yer Altından Notlar” romanında da aynı şeyi işler. Yoğun bir suçluluk ve aşağılık duygusuna sahip olmayı. O da, Bukowski ile hemen hemen aynı yaşlarda ölümden dönmüş, idam mahkumu olarak, elleri kelepçeli infazı beklerken, bir af ile yeniden hayata dönmüştür. “Ölüler Evinden Anılar”da bunu anlatır. Bu yaşanılan korkuyu hiç kimse tahmin edemez. Kesin ölüyüm duygusunu. Her iki yazar da yaşamıştır bunu ve haliyle sonra, “duvarı yıkmakta” zorlanmamışlardır.

 

Kim dedik? Kafka, Almanca yazan bir Çek, verme hastası. Pink Floyd, İngiliz bayrağını kana bulayan bir İngiliz grup, söz yazarı ve bestecisi Roger Waters, bir yetim. Bukowski, Amerikan olmadığını savunan bir Amerikan, alkolik. Sartre, her şeye karşı bir Fransız, Nobel ödülünü reddedecek kadar! Nietzsche, Almanlardan nefret eden bir Alman, migren ve yarı kör. Ve Dostoyevski, gelmiş geçmiş en büyük romancı, sara hastası ve bir kumar bağımlısı!

 

Gel gelelim bize, mesela Cem Karaca’ya. Benim için bir rock efsanesidir. Ermeni bir anne ve Azeri bir babanın oğludur. Anne Hıristiyan, baba Müslüman. Hıristiyan bir mahallede Müslüman bir çocuk olarak büyür. Yüklendiği suçluluk duygularını  tahmin etmek zor değil. Ve Cem Karaca’nın tanrı hediyesi bir sesi vardır, sanki “rock” müziği için yaratılmıştır ki eğer İngiltere’de doğmuş olsaydı, ismi Robert Plant’in hemen yanında ya da “üstünde” anılır olurdu. Cem Karaca içine işlemiş bu suçluluk duygularından kurtulmak için genç yaşlarda sol ideolojiyi keşfetmiştir ve bu şekilde otoriteye baş kaldırabilmekte, duvara balyoz vurabilmektedir! Bunun sayesinde birbiri üstüne büyük yapıtlar gelir, “Parka”, “Tamirci Çırağı”, “Yoksulluk Kader Olamaz” ki özellikle Ahmet Arif’in, “Terk Etmedi Sevdan Beni” şiirinin on dakika küsurluk bestesi tek kelimeyle bir baş yapıttır.

 

En olgun döneminde, 1978 yılında, “Safinaz” albümünü yapar. İlk yüzünde albümün, sözlerini ve bestesini kendi yaptığı albümle aynı ismi taşıyan, “Safinaz” şarkısı vardır, yirmi küsur dakika sürer ve müzik kalite ve konsept olarak -ki konsept sahibi tek albümdür belki- Türk standartlarını aşmaktadır. İkinci yüzde ise Ahmet Arif’in, “Karam” ve Nazım Hikmet’in, “Şeyh Bedrettin Destanı” şiirlerinin yorumları vardır ki Nazım’ın, “yarin yanağından gayri her yerde her şeyde hep beraber diyebilmek için!” Dizelerini kafamıza mıhlar eşi benzeri bulunmaz o tok sesiyle. Sözlerini kendisi yazdığı Safinaz’da ise evrensele yaklaşmaktadır sözler:

 

yine erken kalkıyordu Safinaz sabahları

her sabah geçerek o aynı sokakları

kendi gibi insanlarla doldurup fabrikaları

kendi gibilerine satıyorlardı yaptıkları malları

 

Şarkının hikayesi şöyle: Safinaz, Kasım adlı bir kapıcının kızıdır, on dört yaşındadır, Kasım’ın en büyük amacı kızının okumasıdır ama hayat şartları buna el vermez ve Safinaz fabrikada çalışmak zorunda kalır. Fabrikada Niyazi adlı sistem ile özdeşleşmiş muhasebeci bir karakter vardır ve Safinaz’ı ayartıp kızlığını bozar. Kasım bunu öğrenir, kızını döver, Safinaz da mecbur evden kaçmak zorunda kalır. Niyazi karakterini anlatan bölümde rock enstrümanlarıyla Erkin Koray’dan daha güzel arabesk müzik yapılmıştır! Şarkının sonunda, Safinaz’a ne olduğu söylenmez, yorum yapılır: Safinaz, fabrikadaki ücretinin kendisine yetmeyeceği için ya fahişe olacaktır ya da Niyazi ile dost hayatı yaşayacaktır. Veya başka birini bulup evlenecek ve evinin kadını olacaktır. Hatta en iyi ve en zor ihtimalle genelev patroniçesi. Ama şarkı tüm bunların bir çözüm olmadığını söyler ve şu şekilde biter:

 

söylesenize Safinazlar

bütün bunlar kurtuluş mu?

kurtuluş nerede? nerede Safinaz?

yüz binlerce Safinaz, kurtuluş nerede?

 

Tabii bu şarkı, dünya normları ile değerlendirildiğinde, hiçbir alakası bile olmaz ama bizimdir, o nedenle anlattım. Cem Karaca, bu albümü yaptıktan hemen sonra tüyer memleketten, zira sıkı yönetim vardır ve faşist bir darbenin eli kulağındadır ki Kenan amcamız da bir eylül sabahı bunu yapar zaten. Cem Karaca sekiz sene yurt dışında kalır ve bu albüme kadar, dişe diş göze göz getirdiği sanat hayatı ha bitti ha bitecektir. Bir sanatçının içinde yaşadığı bu acıyı hissetmek çok kolay olsa gerek. En nihayetinde, Cem Karaca’yı, “asıl bitiren” olay gerçekleşir ve dönemin başbakanı Özal’ın yardımıyla Türkiye’ye döner. Özal, politika malzemesi olarak bu tip şeyler yapardı o dönemler, mesela, Naim Süleymanoğlu’nun kaçırılması gibi.

 

Cem Karaca’nın geri dönüşünden sonra ilk albümü ki bana kalırsa 80 sonrası en iyi albümü, “Merhaba Gençler ve Her zaman Genç Kalanlar”dır. İlk yüzü, Orhan Veli’nin, “Bedava Yaşıyoruz” ikinci yüzü ise Nazım Hikmet’in, “Ceviz Ağacı” şiirlerinin besteleri ile başlar. Mesaj çok açıktır: “kaldığım yerden devam etmek istiyorum!” Der, bağırır,  haykırır, ama kimseye yaranamaz, “dönek” damgasını yemiştir bir kere. Rakı masalarında yoğun bir suçluk duygusu salınır üstüne, Barış Manço gibi sanatsal ve bir çok yönden Cem Karaca’nın yanına bile yaklaşamayacak bir adam yerlere göklere sığdırılamazken Cem Karaca sürekli horlanır, dışlanır, ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranır. Ve bu suçluluk duygularıyla  kırılan yaratma kabiliyeti sonucu ölene dek, bir iki tom tom, üç beş tım tımı geçmeyen albümler yapar. Sonra da ayrılır aramızdan. Çocukluğundan gelen suçluk duygusunu şöyle anlıyorum, vasiyetinden. Gömülürken tekbirlerle gömülmek ister, bu çok açıklayıcı bence.

 

Sonuçta, Cem Karaca, “duvarı yıkamamıştır.” Sürekli suçlanmış ve o da sürekli kendini suçlayanlara karşı kendini savunma hatasına düşmüştür. Kıbrıs’ta amatör bir Kıbrıslı gazeteciyi masamdan kovmuştum, yıl 2000. Cem Karaca Kıbrıs’a konsere geldiğinde ona bu, “döneklik” ile alakalı sorduğu soru sonrasında, Cem Karaca’nın ayağa fırlayıp, nasıl bir panik içerisinde, “dönek” olmadığını söylemeye çalıştığı sinirli hallerini gülerek, biraz da alaycı bana anlattığı zaman. Elimde bir kadeh Fransız konyağı vardı, ayağa kalkıp bardağı yere attım ve “lütfen kalkar mısınız masadan” dedim. Yerde kırılan kadehi, sıkılı dişlerimi ve pörtlek gözlerimi gördü, kalktı ve gitti.

 

Yani arkadaşlarım, böylece, bir sanatçı olarak yok olup gitmiştir Cem Karaca, aynı Joseph K. gibi. Cem Karaca’nın eğer bir suçu varsa bu Türkiye’ye dönmesi değil, suçlu olmadığı bir konuda sürekli kendini savunmaya çalışmasıdır,halbuki, elinde varolan müzik dehasından başka sığınacak bir şey olmadığını bilip, o dehayla ve o davudi sesiyle kendini aklayabilirdi, en önemlisi, “DUVARI YIKABİLİRDİ.”

 

Yıl 1993, yer İstanbul Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Kongre Salonu girişi. Konser vardı, ücretsiz! Ben henüz yirmisindeyim, cılız bacaklı, sıska, uzun saçı sakalına bıyığına girmiş, kara gözlüklü bir adam gördüm karşımda, heyecanlanıp istem dışı sağ elimle zafer işareti yaptım, güldü ve o da, sağ eliyle zafer işareti yaparak karşılık verdi bana.  O zafer işaretini yapan, o cılız bacaklı kara gözlüklü adam, sağdan soldan ses kalitesi berbat korsan kasetlerle, “yasak” şarkılarını bulup dinlemeye çalıştığım, buldukça dinlediğim, dinledikçe dinlediğim, dinledikçe de doyamadığım Cem Karaca’ydı.   Kim ne derse desin, ne düşünürse düşünsün, benim kalbimin en kuytusundadır Cem Karaca, benim için bir efsanedir, umarım hakkını da helâl etmiştir gitmeden önce.

 

Dan dun bir yazı oldu, olsun! Amacım, çeşitli yazılarla ve fırsatlarla neden dergâhınıza bir mahalle kabadayısı gibi daldığımı açıklamak içindir. Amacım, genç arkadaşların üzerine edebiyat kodamanlarınca salınan suçluluk duygularının ne anlama geldiğini göstermek içindir de hatta. Ve yukarıdaki düşünceler, benim bildiklerim ve bilmediklerim ve en önemlisi, algıladığım dünya ile alakalıdır. Gerisi fasa fisodur.

 

 

Erkan Ezbiderli – 2006

Read Full Post »

Archibald

MACLEISH

*

 

 

ŞiiR

SANATI

 

(Çeviren: Ali Püsküllüoğlu)

 

Açık olmalı şiir

Bir meyve gibi dilsiz olmalı,

Konuşmamalı

Aşınmış madalyonlar gibi,

Pencere kanatlarındaki yosun tutmuş

Taşça—

Kuşların uçuşu nasılsa

Öyle hafif olmalı şiir.

Kımıldamaz olmalı zamanda şiir

Ay tırmanır ya gökyüzüne, öyle

Demir atmalı zamanda şiir.

 

 

Gerçeğe eş olmalı şiir:

Gerçek değil.

Çünkü mutsuzluğun geçmişi

Boş bir avluda bir akçaağaç yaprağı,

Çünkü aşk

Boynu bükük otlar ve deniz üstündeki ışıkça—

Bir şey dememeli şiir

Ama demeli.

 

Puşt Ahali Tarifesi Sayı; 19

derginin tümü için:

http://zaferyal.kuzeyyildizi.com/pat19.pdf

Read Full Post »

Older Posts »