Feeds:
Yazılar
Yorumlar

Archive for Eylül 2008


“Ne tuhaf bir adam” dedi. “İnsan, yüzüne
bakınca yakında öleceğini anlıyor”.
Gabriel Garcia Marquez
İnsan yüzleri kadar ilginç başka bir görüntü
var mıdır yeryüzünde? Bu karmaşık dünyada
hayalle gerçek arasında gidip gelip yaşarken
gördüğümüz en soyut, belki de en değişken
nesne insan yüzü değil midir? Dünya tarihini,
bu bambaşka açıdan yazabilir ve muhtemelen
oldukça değişik sonuçlar elde edebilirdik.
Yüzlerin ardında gizlenenlere ulaşmanın bir
yolu var mıdır? Bu sorunun arkasındaki merak,
Hurufileri insan yüzlerini çözmek için harflere
başvurma yoluna itmişti. Yüzlerden kelam
okuyabilmek Arap alfabesindeki kıvrak
harflerin bir marifeti de sayılabilir elbette, ancak
bize göre yüzlerdeki anlamları, o değişken ve
belirsiz görüntüleri somut bir hale getirme
çabası olarak da görülebilir. Oysa, Tanrının
suretleri olan bizler, tıpkı O’nun gibi bir
bilinmezlik perdesi ardında kalmaya
mahkumuz. Tıpkı Gabriel Garcia Marquez’in
Yüzyıllık Yalnızlık romanının kahramanlarından
Jose Arcadio Buendia’nın deneyip de
başaramadığı gibi. Buendia, çevresindeki
herşeyin fotoğrafını çekip üstüste basarak
Tanrı’nın resmini elde edeceğine inanır ama
sonuç koca bir sıfır.
Ya Borges’in Sheakespeare’ine ne demeli?
“Ötekiler, hiç kimse olmadığımı farketmesinler
diye ‘başka birisiymiş gibi yapmak
alışkanlığını” geliştiren ve tüm yaşamını tiyatro
sahnelerinde geçiren Sheakespeare. Tarihler,
ölmeden önce ya da sonra kendini Tanrı’nın
huzurunda bulduğunu ve o’na şöyle dediğini
yazar: “Boşuboşuna onca kişi olan ben, tek ve
kendim olmak istiyorum.” Tanrı’nın sesi bir
girdaptan karşılık verdi ona: “Ben tek kişi
değilim; senin eserlerini düşlemen gibi, ben de
dünyayı düşledim, Sheakespeare kulum. Ve sen
de düşümdeki suretlerden birisin; ve tıpkı benim
gibi, hem herkes hem de hiç kimse olansın.”

 

sedef erkman

 

Read Full Post »

«- . . . dinle
böceğim,
uzun bir seyahate çıkacağım, hareketimden
evvel bazı şeyleri söylemek arzusundayım.
Yokluğum fazla uzayabilir, zaman zaman,
dediklerimi dinleyerek saptarsın ki: hayatta
kimse kimseyi anlayamaz, kimse kimsenin yerini
tutamaz; aşk dediğimiz, ya vahim bir yanlış
anlaşılmadır, ya kötü bir hayal kurma tarzı:
iki kişinin ikisi de, öbürünün yerine hayal
kurmaya kalkıştığından, sukut-u hayaller eksik
olmaz! Sen dediğime kulak ver, kendimizden
başkasını sevemiyoruz; sevdiğimiz,
şahsiyetimizin dışlaştırılmış, bir başkasının
üzerinde somutlaştırılmış hayali; o başkası da
kendisini üçüncü bir şahıs üzerinde
dışlaştırır, somutlaştırır: arada ahenk
kurulamaz, nasıl kurulsun, sevdiğimizle
sandığımız farklı! Muvaffak bir çift,
yalnızlığa tahammülü yüksek iki insan manasını
taşır: çift demek, yanyana iki yalnızlık
demek, beraber bile olamamış, kesişmesi bile
zor! Onun için böyle bir hayatı, içine girip
kurbanı olmadan yaşayacaksın, yani uzaktan.
Uzaktaki, soyut, hemen hemen yok bir şahsı
sevmekten güzelini tasavvur edemiyorum.
Yakında olmayan sevgili tahayyülde yaşatılır,
hayalde yaşamak az evvel açıkladığım kaideye
uygun olarak, onu kendine benzetmektir;
yanında bulunmayacağından, o buna ne itiraz
edebilir, ne müdehale: sevdiğini hayalinde
değiştirdikçe, kendine benzettikçe daha çok
seversin, böylece denge korunmuş olur. Sevmek!
Sevmek esasında alıp başını gitmektir,
sevgiliden uzaklaşan mutlak aşka yaklaşır,
sevdiğini gönlünde kendi bildiğince yeniden
yaratarak. . .»


attîlâ ilhan, fena halde leman

 

Read Full Post »

Gitmek…

İşte size sihirli bir sözcük; gitmek, ister uzatın,
ister kısaltın. Nereye çekerseniz oraya gidebilir.
Bir köpek kadar sadık, bir akrep kadar kalleş
olabilir. Gurbetten gitmek, yurda dönmekmiş;
varmak için gitmek gerekliymiş ve her gün
yatağımızdan kalkıp kapıyı açınca bir yerlere
gidermişiz. Öyle söylerler. Söylenenler doğru
mudur?
Eğer yaşamın kilidiyse hareket, o kilidin
anahtarı da gitmek olsa gerek. Bir kenti
terketmenin hüznünü anlatan Behramoğlu, yeni
bir şehre gittiğinin farkındadır ve başka bir
hüznü yanında getirir. İkisinin arasındaki fark
belki çok ince belki de sadece muhtevada
saklıdır. Gitmek ve terketmek iki zıt uç mu
yoksa aynada birbirlerini çoğaltan görüntüler
midir? Sanırım bu, yaşadıkça anlaşılacak bir sır.
Her gün çıktığınız evden son çıkışınız olursa ya
da her gün gittiğiniz yerden farklı bir yere
gidiyorsanız, bu gidiş ve terkediş diğerlerinden
ayrıcalıklıdır… diyebilir miyiz?
İşte size sihirli bir sözcük ve bir sürü soru.
Kelimenin sırrına vâkıf olduk mu iş bitecek.
Ama sorun bu noktada başlıyor kimi zaman.
Kelimede kaybolmak da mümkün, kelime bizi
ezebilir, eritebilir. Onda yeni anlamlar bulurum
umuduyla girdiğimiz her sorumluluk
ayağımızda bağ olabilir.
Söz gelimi ben sürgün hayaliyle süslediğim bir
yolculuğun gitmek mi, terketmek mi, sevmek
mi, kaçmak mı olduğunu nasıl çözerim. Olsa
olsa onu bir hayal değil de gerçeğin ta kendisi
saymakla çözülebilir bu düğüm.
Evet sürgünü yaşıyormuş gibi yaşamayıp;
yüreğinde hissettim mi iş biter. Daha doğrusu
“Bu aşk burada biter ve ben çekip giderim”.
Gitmenin ne demek olduğunu işte o zaman
çözerim. Düşünün, bir düşünün, hepimizin
içinde kangren olmuş bir sürgün var ve onun
hediye ettiği gurbetlerle çoğaldığımızı düşünün.
Akşam eve geldiniz , oturmuş t v
seyrediyorsunuz; ya da bir yerden bir yere
gidiyorsunuz ve tabii ki yalnızsınız (ki
yolculuklarda insan hep yalnızdır). Onu
hissettiniz mi? Garip bir burukluk… içinizdeki
yarım kalmış çığlığı işitebiliyor musunuz? İşte o
nereye giderseniz gidin, ne yaparsanız yapın ve
nerede kalırsanız kalın , yanınızdan
ayıramadığınız sürgünlüğünüzdür. Lütfen, bir
an gurbeti yaşar ve evinizde sıla özlemi
çekerseniz, sözlerimi hatırlayın.
Kimi sözcükler büyüsü kendinden menkul bir
hüzünle birlikte yürürler.


ferhat aktan

 

 

Read Full Post »

Purple Haze…

Purple Haze

 

Şehre dönmeye ramak kaldı..
burası, gece uyunan uykular gibi, uykuda dolaşmak gibi, yok…

dün gece hem çok iyi bilinen ve hiç bilinmeyen… iki ya da daha fazla… dost olan ve olmayanı ile kısık sesli, içkisiz, ananas ve limon kokulu konuşma(ma)lar evciliği, bakmalar pratiği boşluğa…votka yok, merlot yok… sigara hiiç yok…

Hayat zıtlıklardan ibaret ne yaşıyorsak onun simetrisindeki zıtlığı da yaşıyoruz. Yaşadığımız tüm bu zıtlık noktalarını birleştirip milyonlarca vektör çizseydik… acaba kendimizi hapsettiğimiz vektörler dairesi kaç kişinin kesişim kümesini barındırırdı. Bunun en büyük ispatı yaşamak ve ölüm… doğum ve ölüm… eklenenler ve çıkanlar… hayat zıtlıklardan ibaret..

Rendekar gibi… en puslusundan atlası olsa kıtamın…

 

 

rendekar doğru mu söylüyor? düşünüyorum, öyleyse varım. oldukça makul. fakat bundan tam tersi bir sonuç,varolmadığım, bir düş olduğum sonucu da çıkar: düşünen bir adamı düşünüyorum. düşündüğümü bildiğim için ben varım. düşündüğünü bildiğim icin düşlediğim bu adamında var olduğunu biliyorum. böylece o da benim kadar gerçek oluyor. bundan sonrası çok daha hüzünlü bir sonuca varıyor. düşündüğünü düşündüğüm bu adamın beni düşlediğini düşlüyorum. öyleyse gerçek olan biri beni düşlüyor. o gerçek, ben ise bir düş oluyorum.”

“dünya bir düştür. evet, dünya… ah! evet, dünya bir masaldır”

puslu kıtalar atlası – ihsan oktay anar

Read Full Post »

Uzaklar…

Biliyorum,dinlediğimiz uzaklar aynı değil. O geçmişi,ben geleceği dinliyorum. İçinde yaşadığımız zamanın, kulak kabarttığımız uzakları bile farklı. Bir tek kalplerimiz yakın onunla ve ben diğer birçok şeyi önemsizleştiren bu yakınlığı yıllar geçtikçe daha çok anlayacağım. Zaten hep öyle olmaz mı? Hayat demek, biraz da zamanında anlamadıklarımıza karşı duyduğumuz pişmanlıklar demek değil midir?

M.Mungan

 

Read Full Post »

Doğan bir bebek, üzerine herhangi bir şey yazılabilecek kara bir tahta değil; başka birisinin işlenecek nakışın desenini daha önceden çizdiği bir peçetedir: Başkaları tarafından çizilmiş bu yolu mu izleyecektir, yoksa farklı bir yol mu seçecektir? Aşınmış yolun üzerinden mi yürüyecektir, yoksa dışarı mı sıçrayacaktır? Birisi neden zinciri kırar da öteki sadık bir özenle onu tamamlar?

Bu hayat gerçekten sadece bize mi aittir, aşmamız beklenen tek ışık mekanı bu mudur? Her şeyi tek bir varoluş içersinde oynamak çok büyük bir zalimlik değil midir? Anlamak, anlamamak, yanılmak, çarpışmak? Yaşamı ölümden ayıran tek bir kalp atışıdır, ağzımızı korkudan “oh” demek için açarız; şaşkınlıktan “oh” deriz ve sonra her şey biter mi? Sessizlik içinde kalmaya teslim olmalı, kurban edilen bir kurbanlık gibi boynumuzu uzatmalı mıyız? Doğmalı ve sonra sessizlik içinde kendi üzerine devrilen iskambilden şatolar gibi ölümün içine batmalı mıyız?

Peki, sahneye çıkmadan önce rolleri kim belirliyor? Bana hangi rol düşecek: kurban rolü mü, cani rolü mü? Yoksa her şey bir ışık-gölge oyunu mu?

Öldürmek, öldürülmek: kim karar veriyor buna? Belki ışık huzmesinin düştüğü yerde bulunanlar; ama gölgede kalanlar ne yapıyor? Ve ben sahnenin hangi bölümünde duruyorum? Gerçekten her şey bir tiyatro sahnesindeymiş gibi mi yaşanıyor: girmek, çıkmak, repliğini unutmak, yanılmak? Kurbanların hırıltılarını, soğuk can çekişme terlerinin, canilerin uykularının, sadece bedenlerin yaşadığı donuk gecelerinin sonu ne oluyor? Gökyüzünde bunları barındıran –bir katalog, bir arşiv, kozmik bir bellek- bir yer var mıdır? Ve hatta bir rejisör dışında varoluşları tartan bir terazi bulunur mu: kefenin bir tanesine eylemler, bir tanesine yargının ağırlığı mı konur? Mikael’in kılıcı havada dolaşırken alev alev yanar mı, yoksa uzayı aşıp geçen hiçliğin ıslığı mıdır duyulan?

Yoksa evren, yalnızca her türlü enerjiyi emen, öğüten kara deliklerin bulunduğu dev bir işkembe midir? Dünyanın tek anlamı bu sonu gelmeyen çiğneme-hazmetme-dışkılama hareketinde, bu mide enzimleri senfonisinde mi yatar?

Geviş getirme sona erdiğinde, inek ölür.

Ya evren?

Bizler protein, mineral, aminoasit, sıvı, enzimlerin tepkileriyiz; başka bir şey değil miyiz? Çırpınan, yutan ve yutulan beyazımsı tırtıllar mıyız? Ama tırtıl da dönüşümün onurunu taşır: o yumuşacık dokusundan bir kelebeğin beklenmedik ihtişamı çıkıverir.

Ya büyülü sözcük “dönüşüm” ise? Ya karanlığın tek varlık nedeni Işığı karşılamaksa?

Yüreğimin Sesini Dinle – Susana Tamaro

 

Read Full Post »

Fakat, şarkı söylemek, gülmek, dalmak hülyaya,
Yapayalnız, ama hür, seyahat etmek aya,
Gören gözü, çınlayan sesi olmak ve canı
İsteyince şapkayı ters giymek, karışanı
Olmamak. Bir hiç için ya kılıcına veya
Kalemine sarılmak ve ancak duya duya
Yazmak, sonra da gayet tevazula kendine:
Çocuğum! Demek, bütün bunları hoş gör yine,
Hoş gör bu çiçekleri, hattâ bu kuru dalı,
Bunlar yabanın değil kendi bahçenin malı!
Varsın küçücük olsun fütuhatın, fakat bil,
Onu fetheden sensin, yoksa başkası değil

Cyrano de Bergerac, Edmond Rostand

Read Full Post »

İroni…

Biçim dikenli geometri
Kurtul
Düzgünlü mısra çakıl taşı
Kalıp kafiye akla köstek
Yalnız gözle okunması için şiirin
Buğulu aynadan ahengi sil
Rahvan ağır aksak
Ve bulanık denizinde rüyaların
Geleceği görerek sayıkla”
Prolegia-LAV

İroni kavramı, yunanca eironeia’dan, inceden inceye alay etmeden gelir. Çoğu defa hakikatin kasıtlı ya da kasıtsız bir vasıtası durumundadır. İroni kusur bulur, temize çıkartır, saflaştırır, burnunu sürter, tepeden bakar ve “hapseder”.

“[İroninin] türlü türlü kılıklara girmesi ve o muhteşem gizemliliği; başlattığı mesafeli iletişim, ayrıca bir de ironistin belli bir uzaklıktan anlaşılma zorunluluğu; bir türlü yakalanamayan ve görkemi sözle anlatılamayan anlama anının hemen ardından gelen yanlış anlama korkusu, insanları kopmaz bağlarla kendine esir eder. Birey ironistle ilk temasında, ironistin bireye açıldığı oranda, kendisini özgür bırakılmış ve yücelmiş hissederse de, bir an sonra onun gücüne esir düşer.”

Terry Eagleton’ın belirttiği yoğun içsellik ve dış dünya arasındaki uyumsuzlukla başa çıkılması anlamında ironiyi “icat etmiş” olan Friedrich Schlegel’in gözünde ironi “ölüme karşı, taşlaşmaya karşı, herhangi bir istikrar biçimine ve yaşam akıntısının donmasına karşı tek silahtır” ve iki öğe, “engellenmeyen özgür irade ve şeylerin bir doğası olduğunun yadsınması [ile] herhangi bir şeyin oturmuş bir yapısı bulunduğu fikrinin patlatılması ve havaya uçurulması” öğeleri ironinin temelini oluşturur.

Can Yücel, şiirindeki ironinin işlevini şöyle yorumlar: “Bütünselliğin dışında şiir yoktur. Hayat ve ölüm de bütündür. Şiir bu bütünden çıkan çılgınlıktır. Çok ağır geçen hayatımızın içinde ironi, bütünselliği bozmayacak ana çaredir. Bir direnç kahkahasıdır. Bence kahkaha çiçekleri yaratmak Baudelaire’in ‘Şer Çiçekleri’nden daha iyidir.”

İroniyi anlamayan ve onun fısıltılarını duyamayan kişi,özel hayatın mutlak başlangıcı diyebileceğimiz şeyden yoksundur.
S. Kierkegaard
Rahvan: atlarda bir yürüyüş şekli. vücudun bir yarımındaki ayaklar havada iken diğer yarımdakiler yerdedir. sallantılı bir yürüyüştür. iki bacak sesi işitilir. biniciler için uygundur.

şiir için de,,,

tüm atlar insanı protesto etse,,, bir gün böyle yürüse,,, bu ironik olurdu,,, düşünün,,, doğal bir hareketle değil,,, “öğrenilmiş” bir hareketle,,,

 

Read Full Post »

diyalog…

Nikita Khrushchev ve John F. Kennedy arasindaki diyalog:

John F. Kennedy: Bizim, sizi otuz kere yok edecek kadar füzemiz var.

Nikita Khrushchev: Bizim, sizi yalnızca bir kez yok edecek kadar füzemiz var, fakat bu bize gerekenin tümü.

Read Full Post »

Ne var ki müzik sözle konuşmaz. İçimizde yarattığı şey de yeni bir kaostur.Sözcükler ! Basit, sıradan sözcükler ! Nasıl da korkunçturlar ! Nasıl duru, canlı ve acımasız! İnsan onlardan kaçamıyordu. Gene de nasıl elle tutulmaz bir büyüleri vardı! Maddesiz şeylere esnek bir form verme yeteneğine sahiptirler sanki, sanki kendilerine özgü bir müzikleri vardı, viyola gibi, flüt gibi tatlı.Gündelik sözler ha! Sözden daha gerçek bir şey var mıydı?
Oscar Wilde

 

Read Full Post »

Older Posts »