Feeds:
Yazılar
Yorumlar

Archive for Ekim 2009

Sugar a

ap6du

Read Full Post »

Yaşıyorum, dedi delikanlıya, aysız ve kamp ateşsiz bir gece, hurma yerken. Ve bir şey yerken yemekten başka bir şey düşünmem, yürüdüğüm zaman da yürüyeceğim, hepsi bu. Savaşmak zorunda kalırsam, ölüm şu gün ya da bu gün gelmiş vız gelir. Çünkü ben ne geçmişte, ne de gelecekte yaşıyorum. Benim yalnızca şimdim var ve beni sadece o ilgilendirir. Her zaman şimdide yaşamayı bilirsen, mutlu bir insan olursun. Çölde hayat olduğunu, gökyüzünde yıldızlar olduğunu ve insan hayatının özünde bulunduğu için kabile muhariplerinin savaştıklarını anlayacaksın. O zaman hayat bir bayram, bir şenlik olacak, çünkü hayat yaşamakta olduğumuz andan ibarettir ve sadece budur.

Read Full Post »

sahip olamadığım bütün güzellikleri yok etmek istiyorum. amazon yağmur ormanlarını yakmak istiyorum. ozonu yutacak kadar kloroflorokarbon pompalamak, dev çöp tankerlerinin kapaklarını açmak, karadaki petrol kuyularını boşaltmak istiyorum. yiyemeyeceğim bütün balıkları öldürmek, hiçbir zaman göremeyeceğim fransa sahillerini kirletmek istiyorum.

bütün dünyanın dibe vurmasını istiyorum.

neslini sürdürmek için cinsel ilişkiye girmeyecek olan bütün tehlike altındaki pandaların ve yaşamaktan vazgeçip karaya vuran bütün balina ve yunusların kafasının ortasına birer kurşun sıkmak istiyorum aslında.

binlerce yıldır insanoğlu bu gezegenin içine etti, kirletti ve şimdi tarih benden herkesin pisliğini temizlememi, kullanılan her bir benzin damlasının hesabını tutmamı bekliyor.

ve nükleer atıkların, gömülen petrol tanklarının ve ben doğmadan önceki jenerasyonun boşalttığı araziler dolusu toksik atığın hesabını vermem gerekiyor.

duman solumak istiyorum.

kuşlar ve geyikler gereksiz birer lükstür ve tüm balıklar ölmelidir.

louvre müzesini yakmak istiyorum. antik yunan heykellerini çekiçle kırmak, kıçımı mona lisaya silmek istiyorum. artık bu benim dünyam.
bu benim dünyam, benim dünyam ve o antik insanların hepsi öldü.

chuck palahniuk-dövüş kulübü

Read Full Post »

Her başkaldırmanın varsaydığı değerin olumlu yanı, Scheler’in tanımladığı hınç kavramı gibi (1), tamamiyle olumsuz bir kavramla karşılaştırılırsa, daha kesin bir biçimde belirlenebilir. Gerçekten de, başkaldırma hareketi, kelimenin en güçlü anlamında bir hak isteme eyleminden daha fazla birşeydir. Scheler hıncı, çok güzel bir biçimde, sürüp giden bir güçsüzlüğün bir kendi kendini zehirlemesi, kapalı kapta kötü bir salgısı olarak tanımlamıştır. Başkaldırma, tam tersine, varlığı kırar, taşmasına yardım eder. Durgun sulara yol açar, onlar da azgınlaşır. Scheler, arzuya, sahiboluşa adanmış varlıklar olan kadınların ruhunda hıncın ne büyük bir yer tuttuğunu belirterek edilgen yanını gösterir onun. Başkaldırmanın kaynağında ise, tam tersine, taşkın bir etkenlik ve güç ilkesi vardır. Scheler hıncın çekememezlikle renklendiğini söylemekte de haklıdır. Ama elinde olmayanı çekemez insan, başkaldıran insansa olduğu şeyi savunur.

Read Full Post »

“Acı var dedi shevet ellerini açarak. “Gerçek. Ona yanlış anlama diyebilirim, ama varolmadığını veya herhangi zamanda yok olacağını varsayamam. Acı çekme, yaşamımızın koşulu. Başına geldiği zaman farkediyorsun. Onun gerçek olduğunu anlıyorsun. Tabii ki, toplumsal organizmanın yaptığı gibi, hastalıkları iyileştirmek, açlık ve adaletsizliği önlemek doğru birşey. Ama hiçbir toplum varolmanın doğasını değiştiremez. Acı çekmeyi önleyemeyiz. Şu acıyı, bu acıyı dindirebiliriz, ama Acı’yı dindiremeyiz. Bir toplum ancak toplumsal acıyı-gereksiz acıyı-dindirebilir. Gerisi kalır. Kök, gerçek olan”

Ursula K. Le Guın- Mülksüzler

Read Full Post »

İçinizdeki kadına/erkeğe sorun bakalım ,süslü ve tıraşlanmış kelimeleriniz hangi gerçeği deşifre ediyor ya da hangi gerçeğe ait bir sırsınız bu masalda? Örtünüzü çıkarın, indirin maskelerinizi. Cehaletinizden mi korkuyorsunuz, kendinizden mi? Cinnet kırıntıları ile beslenmeyi bırakın, kuyruğunuz acıyacak. Erdemli, asil ve hokkabazsınız kuzum, yalanlarınızı okşayın, parlatın altın tozuyla, sözcüklere yama yapın, ağlamayın. Yağmur yüzlü çiçekler gibi kokuyorsunuz, yalan kusuyor göz yaşlarınız. Parfümlü düşlerinize uyuyun, cennetsiz cennetler içinde susun az, düşünün, kalbinizin oduyla sulayın bilinç güllerinizi. Tanrısınız madem ,tanrı gibi susun. Değilseniz, üç kuruşluk bilginizi insanlığa yamamayın.(Kelime cingözü, papağan bilge)

Renklerini ve sınırlarını bilmeyen biri kendine ve efendilerine itaat etmek durumundadır. Sınırsızlığın renklerini asla kavrayamayacaktır o. Özlediğin hayat senin değil. Ve ne de yaşadığın hayatın öznesi olarak özgür bir bilinç değilsin sen. Çok konuşuyorsun, ağzınla kuyruğun arasında bir kedi yavrusu gibi tırmalıyorsun gölgemi. Kelimelerin diline yıldız bağlayıp anlaşılmaz laflar ediyorsun, gün gibi açık ve sıradansın, bilge görünmek istedikçe dökülüyor boyan. Öfkelisin dostum, kendine, yaşama, insanlara karşı hınç dolusun. Gülüyor gibi yapıyorsun, seviyor gibisin, ağlıyor gibi… Yaşıyor gibi yapıyorsun. Sonra bilimden ve sanattan dem vuruyorsun utanmadan. Hiç utanmıyorsun dostum. Senden olmayan, özgür bir bilinç karşısında sofizmin karanlık kelimeleriyle boğmak istiyorsun onu. Halbuki o sana yardım etmek istiyordu, özgürlüğünü istiyordu senin. Nevrozların karşısında o denli çaresizsin ki, kendin dahil herkesi düşman olarak görüyorsun. Her seferinde sonsuz karanlığına gömülüp kendini haklı çıkarabilecek materyaller arıyorsun bak.. Tarihten, bilimden, felsefeden, sanattan bu anlamda yararlanıyorsun; anlamak, üretmek, var olmak gibi kaygıların olmadı hiç. Kendini kendinden çıkararak hangi egoya çıraklık(uşaklık) ediyorsun şimdi?

On binlerce yıldır sen ve ataların beni yok etmek için uğraşıyor, sen onlardan daha büyük ya da üstün olduğunu mu sanıyorsun? Ezberindeki seni iyi tanıyorum. Seni anlatıyorum asırlardır sana. Ama hiçbir zaman kendinle yüzleşmedin sen. Sofist, stoist, aristik cüce. Seninle kavga edecek değilim, çünkü değmezsin. Sadece yardım etmek istedim, anlamadın gene ve yaktın ruhunun akıl kuşlarını. Çıplak kelimelerle konuştum seninle, anla istedim. Seni kendi sözcüklerinle yok edebilirdim, boynundan yüreğine bir mızrak gibi girer ve çıkmazdım istesem, yapmadım. Çünkü hala ve her şeye rağmen insansın. Acıyorum sana. Duy ve düşün ki, ben aptal bir çocuk/erkek ruhuyum, güzelliğimi sana buladım. Kötülüğüm iyidir ve merhametim vahşetim gibi insanidir. Neden korkuyorsun benden? Sen insanoğlunun en kötü bilinç halisin, en aymaz, en kısır, en cahil çocuğusun yeryüzünün. Aşksız bir akılsın sen, akılsız bir aşk. Erdemli yalanlar söylüyorsun asırlardır. Zehirli düşler içinde zehir soluyorsun, yeter. Kendiyle “ben” i arasında sıkışmış bir zavallısın dostum, yapıcıların gibi kölesin sende. Paçandan damlayan kandır, iyi bak.. (Ruhun kanıyor.)

Cinselliğin yok senin, gerçek bir seviden meyve vermedin hiç. Sistemin yapay cinlerini bilgin belleme. Onlardan aldıklarını satıyorsun hala. Kendine ait bir fikrin olmadı hiç. Sana aptal, itaatkar bir köle olma demiştim, kendine karşı bile eğilme. Ne sandın beni, sana kendimi değil, seni gösterdim. Tırnağımı bile görmedin henüz, üzülme görmeyeceksin. Büyük bir açlıkla tüketiyorsun her şeyi. Nefes almadan sevişmeliydin oysa yeni özneler için. Kuralları sen koymadın, sen onun koruyucu meleğisin, bekçisi, kapıkulu… Derviş yüzlü palyaço… Özgürlüğü ağzına alma sakın, aşk, sevgi, dostluk gibi sözcükler yakışmıyor ağzına. Bilimsel bir peri olduğunu mu sanıyorsun, sanatçı bir akıl mısın yoksa? Kendini esir ettiğin yetmiyormuş gibi, tüm cinnetleri kucaklayan sen değil misin? Ben hiçbir ideolojinin çocuğu değilken bile, beni senden olmamakla suçladın, yargıladın ve infaz ettin. Astığın kendi saf bilincindir dostum. Kendi kalıpların içinde sevmek mi istedin beni, bu histerik bir geviş getirmedir. Beni yok edeceksin demek. Efendilerinin kuyruğunu öperek konuşuyorsun benimle. Yüksek sesle hakarete başladın şimdi. Senden korktuğumu düşünüyor olamazsın, sana her zamanki gibi gülüyorum işte.

Sana ateşi ve suyu veriyorum, zamanın bakir sevisini. Bana ne de kendine karışmadan dinle evrenin şiirini. Ben yanılgılar cennetiyim belki ama sen yanılgılar cehennemi olma. Gurur, yüzünü rehin almış bak, gövdesiz sevişme ruhunla. Burası yeryüzü. Yüzün gibi yersiz… Etini öpen rüzgara eğil, azim değilsin sen. Şefkat ormanlarını budamış oduncu… Kirpiklerin kanıyor, dudakların kızıl ve gür masallara gebe. Uyanmak için uyumalısın önce. Eğri olmadan doğru olma dostum. Ateş suda, su ateşte, güzellik çirkinlikte saklı.

Sana itaat etmeyi öğreten efendilerin, diğer yandan seni sana köle yaptılar. Şimdi sendeki ego tanrılarını daha net görüyorum. Binlerce yıldır senin içindeki “ben”i çıkarmak için büyük bir kavga veriyorum, dinle beni, güçsüzsün, zayıf bir şempanze, pinokyo’sun sen. Burnun ne kadar uzayacak daha, ne kadar kendini kutsayacaksın böyle. Tarihin, felsefenin içoğlanlarını kendine mısra yapıp daha ne kadar zırvalayacaksın? Sözcüklerine ağaçlar budayıp, gökler inşa ediyorsun, yapma. Her gün biraz daha düşüyorsun yükseldikçe. Yeryüzüne in, ayakların kadar yürü. O kanatlar sana göre değil ve sözcüklerin senin olmaktan çıkmış epeydir. Ağzında karınca sürüsü gibi öğrenilmiş cinler… Yapaysın dostum, fabrika köpeği gibi, plastik bir çiçek gibi yapay. Gökyüzü aynalarına bakıp bakıp sırıtan ruhuna, melekler işiyor şimdi. Yüzünü görsen bende korkarsın, beni görsen aşık olursun kendine.

Düşün ki, sen ve ben aynı çığın sırtında iki toz zerresiydik, ses olduk, gül olduk, kan ve merhamet biçtik aynı hızda. Sonra ne oldu? Sen toz zerresinden putlar yarattın kendine, en büyük put sendin. Dedim ki, bir tekme at ona, yürü, İsa’dan, Muhammed’den, büyük adamlardan aşırma kendini, ne de onları karıştırma kendine. Sustuğun kadar korkuyorsun, konuştuğun ölçüde cahil. Büyük sözler yakışmıyor ağzına. Doğruların var senin, eğri, eciş bücüş. Gerçek hakkında hiçbir şey bilmiyorsun, kaldır kafanı göklere bak, içindeki sonsuz güneşleri keşfet. Ama korkuyorsun işte, ölmekten değil, yaşamaktan korkuyorsun sen. Ne kendin olabilecek kadar aptal olmaya cesaretin var ne de kendinden başka benler çıkarabilecek bir dehaya sahipsin. Hayır dostum sen, zavallı bir akbabasın bir yanıyla. Diğer yandan papağan ruhusun o küçük kafanın.

Sen bir mucizeydin bir zamanlar. Yaşam gibi eşsiz ve tek. Ve ölümsüz yaşamaklar verildi sana. Duy ve düşün ki, şimdi karşımda çırılçıplak ve çaresizsin. Kısırsın dostum. Hastalık tüm ruhunu ve zihnini ele geçirmiş bugün. Korkuyorsun. Gel benim arkadaşım ol desem, kırk kere korkacak ve kırk birincide kendini bana asacaksın. Korkma… Ben şeytan değilim. İçindeki şeytanları gösteriyorum sana. Bunun için bendeki şeytanı görmene izin verdim. Bu yüzden mi kaçıyorsun benden ? Kötülüğümü saklamıyorum bak, çirkinliğimi görmene izin verdim. Sen bunun ne demek olduğunu anlayamazsın. Ama gene de düşün isterim, kafanın içinden çıkıp bir saniye düşün, kimim ben, sen kimsin? Aynı güneşin çocuklarıyız, aynı sözcüklerin değil.

Sen bundan sonra da konuşacak, zincirlerini okşayıp okşayıp gürleyeceksin yüzüme. Yapabileceğin tek şey bu, içindeki şeytanları doyurmalısın. İşini kolaylaştırmak için benden nefret etme hakkını veriyorum sana. Beni öldürme hakkını değil. Ama artık seninle ilişkimiz bitmiştir. Çünkü asla şifa bulmayacak bir hastalıksın sen, tek gerçek dostunu/sevgilini böyle kaybettin işte.

Tırnaklarının içindeki sensin. Oku… Şaşkın bir ünlem gibi üşümeyi kes. Yakana takılmış teneke madalyalardır soru
işaretlerin. Kalbinin kılları uzamış, aldırmıyorsun, ruhunun kılı dönmüş.

Sen bir yanıyla kuklasın, diğer yandan kuklacı. Çobansın dostum, koyun olduğun kadar. Gül damlaları ölü hücrelerinin. Yarın öleceksin, demediler mi sana? Yarattığın bu cehennem içinde can vereceksin. Sen öteleri gördüğünü söylüyorsun, beş duyuya esir olmuş kesirli bir cin lastiğisin oysa.

Sınırları içinde sınırsız bir ışık fırtınasıdır insan, demiştim sana. Ölümsüzlüğüne aşk soyunmuyorsa, ölüm sana giydirilecek, uyan. Sokaklar senin, ırmaklar, denizler, dağlar ve tüm dünya kalabalığı. Duy ve düşün ki, ben benden aldığım bir hızla yaktım tüm benleri. Çoğaldım sınırsız benler içinde. Ruhumun sözcüklerinden ışıklı hileler üflemedim sana. Çirkinliğimde güzeldim, hatalarımda gerçek… Tanrı giyinmedim ne de peygamber çiçeği ruhuma. Sana senden mısralar verdim, oku. Benden sırlar verdim sana. Ateşin, suyun ve tüm nesnelerin ilk haliyim ben, korkma.

Kambur bir bataklık gibi emiyorsun her şeyi. Dudakların ıssız bir şiir gibi küskün kendine. Şekerli dağların var madem, dilinin içinde ısırgan ateş çiçekleri, öğret kendine o zavallı kuklanın marifetlerini. Sen tüm yaşama soyunmuş bir ağaçsın, dallarını incitme. Ne olduğun gibisin, ne bildiğin şey… Sözlerden arın. Kendinden ve nesnelerden ve gecenin karanlık peygamberinden.

Zincirlerini okşayıp her seferinde, tanrı tozuyla yıkama ruhunun güneşini. “Anladığın kadar güzel, sevdiğin kadar büyüksün…” Git… Yaşamını öl. Ya da doğur yaşamı. Karar senin.

Aşkla, özgürlükle, sevgiyle…

Read Full Post »

  •   Bir yol, bir yerden çıkarak, bir yöne gidebilmekse; bir yer, bir yöne doğru oluşabilecek bir yolun başıysa -ve  sonunda  varılacak  yer, o yolun sonuysa-; bir yön de, bir yer ile kat-edilen bir yol arasındaki bir devinmeyse; yerinden kalkarak bir yöne doğru bir yola çıkıp giden -yerinden çıkarak bir yöne doğru yol alan- kişi, yürüyordur… “
  •   Yola çıkan kişi, hep yalnızdır gerçi, ama -yanında, onunla birlikte yürüyenler bir yana bırakılsa bile-, hep bir önceki yerinde bıraktıkları, ve, bir sonraki yerinde bulacakları, yanındadır, onunla birliktedir -‘yalnız’ değildir yani, tam anlamıyla.. yola çıkan kişinin, hep, ayağına takılır yerleşikler her ne  kadar ‘yardım’ etmek, ‘yol göstermek’ gibi bir ‘iyi niyet’leri olsa da; yerleşikler nereden bilsinler ki yolu?! kişi yola çıktı mı, yanında başka kişiler -başka yolcular- bulabilir; oysa yerleşti mi, bulacakları, olsa olsa, ‘komşular’ dır.
  •   Kendine yeni bir yol arayan kişi, önce, kendinden önce yürünmüş yollara bir bakar -kendi yürümek isteyebileceği yola benzer bir yol bulmak için; çoğunlukla da bulur- ama, acaba, o bulduğu yol(lar), tam da bulduğu yol(lar) olarak,  kendi aradığı yola aykırı değil mi? –yeni bir yol aramıyor muydu, arayan kişi- ne işi var öyleyse, eski (yürünmüş) yollarda?
  •   Belirli bir yol arayan kişi için en büyük tehlike: o yolu bir yerde durarak, ‘bakarak ‘ arayabileceğini  (hatta, bulabileceğini) sanmasıdır; çünkü, yollar bulunmaz: yürünür;  yerlerde ise,  olsa olsa, durulur; onlar, bulunur;  artık, yürünmez…
  •   Yola çıkacak kişinin aşması gereken ilk ve en önemli engel, kendi yerleşikliğidir; kendi yeri -kendisidir…
  •   Yeni bir yola çıkan kişi, yolun nasıl bir olanak olduğunu anlar -ama, ancak yola çıktıktan sonra… yola  çıkan  kişi, yolun  getirdiklerini  sonuna dek kabullenmek zorundadır. bir yeri toptan terkedip yeni bir yola çıkan kişi…
  •   Terkettiği  yerdeki  herşeyiherkesi—mutlak  bir biçimde  terketmemiş; çıktığı yolda rastlayacağı  herşeyiherkeside, mutlak bir biçimde kabullenmiş olmalıdır.
  •   Sağlam yürümenin  ilk koşuludur bu:  yolunu  kendin  yürüyebilmek için, yönünü  kendin koymak zorundasın. yönsüz yol yokturyol, ancak, bir yön ve bir yürümeden oluşur; yeni bir yol, yeni bir yön demektir. Yürünmemiş yol, yol değildir.

 

           BİR YOL MU ARIYORSUN, BİR YER Mİ?

  • … 
  • .

Read Full Post »

bir sabah çıksam kaybolsam
dönmesem kalsam anılarda
belki bir sevda türküsünde vurulurdum
gel künyemi al dağlardan

aşk nedir söyle kayboldum?
belki bir düşte unutulmak?
her sabah bi dev masalında uyanınca
hep çocuk kalmak, kurtulmak

kar yağıyor bu gece
öyle beyaz ki şehir
anlamak bir ömür sürer
hayat niye kirlenir?

karlı bi gece sen buldun
kaldırımlarda kalbimi
al götür rüzgarlara savur hadi durma
ver benim eski yarimi

ben kimim söyle kayboldum?
dönmedim kaldım anılarda
her sabah bir çöl masalında uyanırdım
belki de yanlış bir leyla

Read Full Post »

bir adı olması gerekmiyor

içeri gir
kapı açık
ve dokun herşeye
yerle bir et
karıştır
kurcala
sonra çıkıp gidebilirsin de
hiç sorun değil gerçekten
kalmak istediğin sürece kal orada
kendini bırak
kendini bırak ve sakin ol
ve uçmaya başla sonra
her nereye gitmek istiyorsan git
aynı boşlukta yaşıyor olacağız
her nereye gidersen git
peşinden gelmeyeceğim
hayır peşinden gelemem
sen de gezme benim peşimde
her ne yapmak istiyorsan yap
ruhlarımızın kesiştiği kadar
birbirimize değebiliriz

içeri girdi
ilerliyor
kapıyı açtı ve içeri girdi
ilerliyor
kapı kitli değildi
kitli olmadığını o da biliyordu
ve yürüyor
ve ne kadar derine gittiğini bilmiyor
her an geri dönebilir
çıkmak istediği zaman çıkabilir
içeriye doğru yürüyor
korkuyor
gerçekten korkuyor ve gerçekten ben de korkuyorum
hayır bunu yapmana izin veremem
incitmeyeceğine dair söz vermeni isteyemem
beni incitmenden korkuyorum
karşı koymak istemiyorum
karşı koymak içimden gelmiyor
gizli bir oda var içimde
ve sen oradasın şimdi
kimse bilmiyor
kimse görmüyor
nefes al – nefes ver
dünya ufacık bir toz parçası şimdi
her ne istersen onu yapabiliriz şimdi
zihnimizin içinde sonsuzluğa gidebiliriz şimdi
öncesi yok
sonrası yok
ilerliyoruz
ilerliyor
bir kapı daha var orada
hayır ona dokunmanı istemiyorum
istemediğim hiçbir şeyi yapmayacağını biliyorum
ve kapıya dokunuyorsun
ve kapıya dokunmanı istiyorum
sonra beyaz bir oda
hayır bir saniye
beyaz değil oda
odanın duvarları yok
odanın duvarları görünmüyor
gözle görülemeyecek kadar uzakta duvarlar
duvarlar yok sanırım
bomboş
ve renksiz
ve saydam
ve anlamsız
bir alan bu
tanımlamak gerekmiyor
gizli olduğu açık sadece
sadece orada olduğunu bilen biri onu görebilir

istediğin şekilde dekore et
şurada bir pencere var
gördün mü?
ve iki de koltuk
az önce yoktu bunlar
olmasını sen mi istedin?
birine oturabilirsin
diğerine de ayaklarını uzat istersen
ya da ben karşına geçeyim
ve konuş sadece
sadece konuş ve
sadece dile
yeni bir duvar inşa edebilirsin kendine
büyük
çok büyük bir duvar
ve sonra ona
büyük bir boşluk çizebilirsin zihninde

tüm korkularımı almanı istiyorum
ama üşüyorum
gerçekten üşüyorum
hadi bana bir şey söyle
boşluğunu paylaş benimle
anlat sadece
bilmek istiyorum
hiç bir şey yapmaya çalışmıyorum
ben bir hiçim
ve bu halimi seviyorum
ve seni sevebilirim
evet, gerçekten bunu yapabilirim
üşüyorum
gerçekten üşüyorum
soğuk burası
burası soğuk ve
sarılabilirim sana
bir bütün olmak istemiyorum
bir parçan olmak istemiyorum
olduğun gibi kal lütfen
birleşme
dağılma
ve anlamaya çalışma asla
bir anlam yok burada
işe yarar hiçbir şey yok
akıyor sadece
boşlukta uçuşan kâğıt parçası
rüzgâr yok
yer çekimi yok
yön yok
tarif edilemez
tarif etmek gerekmiyor
bekle sadece
sana bir şey göstericem
yukarıya bak
ve şimdi de aşağı
bir fark görebiliyor musun?
ben göremiyorum
ne tarafa gidersen git
bir şey değişmiyor
boş sadece
ve çok içeride
buraya nasıl geldin bilmiyorum
ama gitmek istediğin zaman
seni çıkışa götürebilirim
sonra geri dönerim
sınır koymuyorum
ve zaman yok
gerçekten zaman yok
o yüzden
kalmak istersen
kalmak istediğin sürece
kalmanı isterim
müzik dinleyebiliriz
hiç bir şey yapmasak bile
sadece müzik dinleriz

http://www.sokakedebiyati.net/tr/

Read Full Post »

Tünel’de oturmuş içiyorduk ve karşımdaki hatun arada bir sessizce gözyaşı döküyordu. Çok sıkılmıştım artık, ağlamaktan, ağlayanlardan ve ağlatanlardan. Yine de yapacak bir şey yoktu, gözyaşının çıkacağı varsa bir şekilde çıkıyordu işte. Bira içip oyalanıyordum. Hatun hem gözyaşı döküyor, hem gülüyordu. Aynı anda ikisini birden yapabiliyordu ve kesinlikle akıllı bir hatundu.

Kafa başı beş altı bira içip kalktık mekandan. Ben hesabı isterken bitişik masada oturan beş Ortadoğulu herif merakla bize bakıyordu. Bir süredir bizi izlediklerinin farkındaydım ama umursamıyordum. Onlar da hesap istedi hemen sonra ve onların hesabı bizimkinden önce geldi. O sırada karşımdaki hatun hüngürtülü bir ağlama seansının daha sonuna gelmişti. Üç beş dakikaya bir tekrar tekrar sarsılmaya başlıyordu omuzları. Ve rahatsız değildim onun ağlamasından, istediği şekilde bağırıp çağırabilir, bir şeyleri kırıp dökebilir ya da ona buna saldırabilirdi. Orada olma sebebim buydu: Olası zararları karşılamak ve onun yanında olmak. Pek konuşmuyor, durmadan bira içiyorduk, o ağlıyor ve sonra ikimiz birden gülüyorduk. Hepsi bu. Ve Ortadoğulu herifler gitmek üzere ayaklandıklarında içlerinden en kısa boylu olanı bana doğru eğilip:

“Have a nice evening ladies…” diye fısıldadı.

Dünyada olabilecek en ters bir yan bakışla karşılık verdim ona. Ve herif kaçarak uzaklaştı. Hiç kimsenin iyi niyetine ihtiyacım yoktu, hele bir Ortadoğulunun, asla.

Bazen tecrübelerimin kafamda yargılar oluşturmasına izin veririm. Bu, o tecrübelerle başa çıkmamı kolaylaştırır. Gardımı almamı sağlayan kötü bir yargıyla mesela, bir insanın karşısına çıkmayı severim, ama o insanın bana yargılarımda yanılıyor olduğumu göstermesini daha çok severim. O Ortadoğulunun ise bunu yapacak şansı yoktu. Yanlış zaman ve yanlış ortam…

İstiklal Caddesi’ne çıktığımızda aylak bir yürüyüş tutturduk. Hava aniden çok soğumuştu ve ertesi gün yine şişmiş bir boğazla uyanacağımı biliyordum. Takmıyordum, anlıyor musun, gerçekten de umurumda değildi hiçbir şey. Garip bir şekilde dingin hissediyordum kendimi, fırtına öncesi sessizlik diyordu içimde bir ses ve bir diğer ses saçmaladığımı ve dinginlik diye bir kelimenin bile aslında var olmadığını söylüyordu. Sonra tüm sesler kesiliyordu, aniden ve yumuşak bir şekilde. Ve geriye sadece ben kalıyordum, tümüyle sessiz ve cümlesiz bir Jayne.

Galatasaray Lisesini geçtiğimizde, cadde üzerindeki bir büfeden sosisli sandviç alıp sevgili mefisto kitapevine girdim. Bunu yapmaktan çok hoşlanıyordum, elimde bir sosisliyle kitapların arasında dolaşıp, olmadığını bildiğim kitapları aramak ve sevmediğim bir iki derginin üzerine biraz mayonez bulaştırmak, orada takılan bazı tiplerin bir cüzzamlıymışım gibi benden kaçtıklarını görmek, bir kısım insanlarınsa sevgi dolu bakışlarını üzerimde hissetmek… Bir keresinde sosisli sandviçimi bitirmiş ve mefistodan dışarı çıkmak üzere merdivenlere doğru yönelmiştim ki, bir oğlan kolumu hafifçe tutarak bana bir şeyler sormuştu. Şu cümle hangi kitaptaydı, bilmem kim önce şu kitabı mı yazdı yoksa bu kitabı mı? Falan filan. Bir robot gibi yanıtlamıştım onu. Oğlan dikkatle gözlerimin içine bakmaya çalışıyordu ve felaket rahatsız olmuştum.

“Kes artık,” diye çıkışmıştım ona, “Bildiklerimi unutmaya ihtiyacım var, hatırlamaya değil.”

“Eyvallah.” diye yanıt vermişti oğlan ve reverans yapmıştı. Çok ciddiyim yahu. Reverans, ve eyvallah…

Ve o akşam yine mefistoya girdiğimde yanımdaki hatun delirmişçesine kıkırdayarak gülüyor ve elimde tuttuğum bol mayonezli sosisliyle kitaplara gereğinden fazla yaklaştığımı düşündüğü her vakitte, “Şişşşşşttt…” diye tıslıyordu. Berbat bir sesti bu, amacı neydi ya da bir amacı var mıydı bilmem. Eğleniyorduk işte, gerisi boş. Ve aniden bir karar vermiştim, basılmış hiçbir yayını mayoneze bulamayacaktım artık. Zira o mayonezi yemem gerekiyordu, ve ortalığı bu kadar batırmak da yeterliydi… En azından şimdilik…

Ve mefistodan çıkıp yürümeye devam ettik hatunla. Garip “dinginlik” halim devam ediyordu. Meydana ulaşmamıza çok az kalmıştı. Ve tam “bak, olaysız bir akşam da geçirebiliyorum demek ki” diye düşünüyordum ki, ortada öylece dikilen bir oğlan yanıma yaklaşıp bir broşür uzattı. Ve broşürü almak için elimi uzattım.

“Eğer gidecekseniz alın.” diye şart koştu oğlan.

Tam olarak bir metre doksan iki santim boyu vardı. Hayatının uzun bir kısmını uzun boylu erkeklerle geçirmiş biri olarak söylüyorum bunu. Neyse, tabii ki oğlanın ne dediğini anlamadım.

“Ne ki bu?”

“Parti daveti.”

“Nerede?”

“Bilmem ne barda.”

“Orası neresi?”

“Şuradan gir, sola dön sağa sap vırt zırt.”

“Tamam vazgeçtim, istemem.”

“Alkol alıyor musunuz ki siz?”

“Kim?…” dememe kalmadan oğlan devam etti.

“Alkol almıyorsunuz tabii ki! Hah!”

“???”

Hayatımda ilk defa bir insan evladı, büyük bir ciddiyetle beni “alkol almamakla” suçluyordu. Önce çok komiğime gitti, güldüm. Sonra oğlanı çok gerizekalı bulduğumdan olacak, bir anda tepem attı. O sırada oğlan arkasını dönerek uzaklaşmış ve üç beş kişilik bir grubun arasına dalmıştı. Geri döndüm.

“Hey,” dedim ona, sırtına işaret parmağımla tık tık vurarak. Sert vuruşlar, tahrik edici, kimilerini çok sinirlendirir. Oğlan bir hışımla bana doğru döndü. “Ben-ce sen çok SALAKsın.”

Ve yanımdaki hatun delirmişçesine kikirdemeye başladı. Oğlansa ağzı açık, öylece bakakaldı. Yüzümü onun yüzüne doğru yaklaştırdım, ayak parmaklarımın ucunda yükselmem gerekmişti bunu yapmak için ve ne kadar yükselmem gerektiğini tam olarak biliyordum. Dudaklarım dudaklarına çok yaklaşmıştı ve yavaşça tekrarladım:

“Evet, bence sen, kesinlikle çok SALAKsın.”

Ve oğlan tamamen dudaklarıma konsantre olmuş durumdaydı. Tekrar yere bastım ve sakince arkamı dönüp yürümeye koyuldum. Aylak bir yürüyüş işte, bilirsin. Hazır ve tetikte…

Ama hiçbir şey olmadı.

Dolmuşa bindim o akşam. Sonra indim. Hava çok soğuktu. Ağır adımlarla ilerleyerek oturduğum apartmana ulaştım. Saat gece yarısını geçmişti. Çok sessizdi etraf, ve çok karanlık.

Sonra, uyumak için yatağa uzandığımda, gerizekalıları düşündüm. Bukowski onlarla ilgili enfes bir paragraf yazmıştı, bilen bilir, bilmeyen de bulup okur isterse. Bir müddet sadece tavanı izleyerek öylece yattım. Bukowski’yi düşündüm, sonra gerizekalıları… Gerizekalıları düşündüm ve sonra Bukowski’yi… Aslında çok basitti: Bukowski’yi ne kadar seviyorsam, gerizekalılardan da o kadar nefret ediyordum. Ama dünyada tek bir Bukowski ve milyarlarca gerizekalı vardı.

http://www.sokakedebiyati.net/tr/

Read Full Post »

Older Posts »