Feeds:
Yazılar
Yorumlar

Archive for the ‘Benlik Serüveni – Gökçen Yaşayan’ Category

“BENLİK” SERÜVENİ

Gökçen Yaşayan

“… kendi deneyimlerimizi oluşturduğumuz düşüncesi,
felsefe, teoloji, edebiyat eleştirisi
ve psikolojiyi üst üste çalıştırır.”
Herbert Fingarette


 

 

 

Benlik kavramı, insanların kafasını yüzyıllardır meşgul etmiş kavramlardan biridir. Zaman içinde, benlik kavramı bireysel, toplumsal, bilimsel, metafizik alanlar gibi pek çok yönden incelenip bu alanlar ya da alanlar bileşkesinde açıklanmaya çalışılmıştır.

Bu yazı, benlik kavramının tarih içinde serüvenini ana hatlarıyla açıklamayı amaçlayan bir derlemedir.

İyi okumalar.

 

Benlik Algısı

Bir insanın “özne” olabilmesi için, onun ilk olarak dünyanın ya da toplumsal bedenin bütüncüllüğünden (totalitesinden) bölünmesi gerekir. “Ben“in doğması için, “ben” ile “ben-olmayan” arasında bir ayrımın olması gerekir. Benliğin sınırları, benliğin ötesindeki, benlik olmayan her şeyden onu ayıran çizgilerdir. Benliğin oluşumunda ilk ve en önemli adım bölünmedir.” (J. H. van den Berg, 1974-Gutman, 97)

Benlik’in Kavramsal Süreci

Yunan kültüründe “epimelesthai sautou” (kendine dikkat etmek), “kendinle ilgilenmek”, “kendine özen göstermek” olarak tanımlanıyordu. “Kendinle ilgilenmek” kuralı, Yunanlıların gözünde yalnızca kent düzenindeki temel ilkeleri değil, aynı zamanda toplumsal ve kişisel davranış biçiminin ve yaşama sanatının temel kurallarından biriydi… Yunanca ve Latince metinlerde “kendini bilmek” buyruğu daima “kendine dikkat etmek” şeklindeki öteki ilkeyle bütünleşmiş durumdaydı ve “kendini bilmek” düsturunu işleme sokan, “kendine dikkat etme” ihtiyacıydı. Bu, tüm Yunan ve Roma kültüründe örtük olarak vardır; Platon’un Alkibiades’inden beri ayan beyandır. (Foucault, 38–39)

Bu diyologda, “Alkibiades” diyalektik bir seyir içinde “ben”i bulmaya çalışır. Bedeninize dikkat ettiğiniz zaman, benliğinize dikkat etmiş olmazsınız. Benlik, giyim, kuşam, araçlar ya da mülkler değildir. Bu araçları kullanan ilkede -bedenin ilkesinde- değil, ruhun ilkesinde bulunur. Ruhunuza özen göstermek zorundasınız kendinize özen göstermenin temel etkinliği budur. (Foucault, 48–49)

Ben’e yönelik özen (öz-özen), töz olarak ruha yönelik özen değil, etkinliğe yönelik özendir… Kişinin kendine dikkat etmesi, kendisini tanımasından ibarettir. Kendini bilmek, Ben’e yönelik özen (öz-özen) arayışının hedefine dönüşür.

Helenistik dönem ya da imparatorluk döneminde, Sokratesçi “kendine dikkat etme” kavramı yaygın, evrensel bir felsefi temaya dönüştü. “Benliğe yönelik özen”, Epikuros ve izleyicileri, Kinikler ve Seneca, Rufus ve Galen gibi Stoacılar tarafından benimsendi. (Foucault, 50) Foucault bu konuda “Stoacılıkta benliğin incelenmesinin, benliğin gizlerinin ortaya çıkarılması anlamına gelmediğini, gizliliğin ifşa edilmesini amaçlamadığını vurgulamak istiyorum… Stoacılıkta yapılan bu benlik incelemesi, ne yapmış olduğunuzun ve ne yapmak zorunda olduğunuzun anımsanışıdır.” diyor. (Foucault, 64)

Antik Yunan’dan sonra “kendini bilmek” kavramının, Hıristiyanlıktan sonra içeriksel dönüşümü söz konusudur. “Sokrates’den sekiz yüzyıl sonra… Nyssalı Gregorius’un (bu kavramla) kastettiği, kişinin dünyadan ve evlilikten vazgeçmesi, kendisini etinden ayırması, yüreğinin ve bedeninin temizliğiyle, yoksun kaldığı ölümsüzlüğe yeniden kavuşmasıydı… Tanrı’nın kişinin ruhuna verdiği, bedenin ise pırıltısını söndürdüğü etkinliği onarmak için, kişinin kendisine dikkat etmesi ve ruhunun her köşesini araştırması gerekir.” (Foucault, 40)

Çilecilik, Hıristiyanlıktan sonra ortaya çıkmıştır ve “kendine dikkat etme” üzerinde, farklı biçimde kurulmuştur.

“Hıristiyanlıkta çilecilik daima benlikten ve gerçeklikten belirli bir vazgeçişe atıfta bulunur, çünkü benliğiniz, zamanın büyük bölümünde, başka bir gerçeklik düzeyine ulaşabilmek için vazgeçmek zorunda olduğunuz bu gerçekliğin bir parçasıdır. Benlikten vazgeçmeye yönelik bu adım, Hıristiyan çileciliğinin belirgin özelliğidir.

 

Stoacılığın egemen olduğu felsefi gelenekte, “askesis” benlikten vazgeçme değil, benliği geliştirme çabası ya da kişinin kendi üzerinde hâkimiyet kurması anlamına gelir. Nihai amaç olarak, başka bir gerçekliğe hazırlanmayı değil, bu dünyanın gerçekliğine ulaşmayı öne sürer.

Bunun Yunanca karşılığı olan “paraskeuazo” (“hazırlanma”) sözcüğü kişinin gerçeği elde edebileceği, özümseyebileceği ve kalıcı bir eylem ilkesine dönüştürebileceği bir dizi uygulamadır. “Aletheia“, “ethos“a dönüşür. Bu, daha öznel hale gelme sürecidir.” (Foucault, 64–65)

Gerçeğe ulaşma, ruh arınması olmadan düşünülemez… Augustine bunu şöyle ifade eder: “Quis facit veritatem” (gerçeği kişinin kendi içinde bulması; ışığa ulaşması). Foucault, kilisenin aydınlanma olarak kavradığı “ışığa ulaşma yöntemleri”ni çözümlemek ister: “Ben’in ifşası“nı. Kefaret ayini ve günah çıkarma, oldukça geç döneme ait yeniliklerdir. İlk yüzyıllarda Hıristiyanlar, kendileri hakkında gerçeği keşfetmek ve açıklamak için farklı yollar kullanmışlardı. Bu ifşaatların iki temel biçiminden biri, “exomologesis” ya da “gerçeğin tanınması” olarak nitelendirilebilir… Hıristiyanlara göre bu terimin anlamı, inançların gerçekliğinin alenen tanınması ya da Hıristiyan olduklarının alenen bilinmesiydi. Bu sözcüğün ayrıca kefaretle ilgili bir anlamı da vardı. Bir günahkâr bağışlanmayı istediğinde, piskoposa gidip af dilenmelidir. Erken Hıristiyanlıkta, kefaret bir edim ya da ritüel değil, çok ciddi günahlar işlemiş kişiye benimsetilen bir statüydü. (Foucault, 73)

Sonraları, Ortaçağ döneminde “exomologesis“, bağışlanmadan hemen önce, kefaret döneminin sonunda gerçekleşen bir ritüele dönüştü. Bu ayin, kişiyi öteki Hıristiyanların sırasına sokuyordu… Nadim, ifşa edilen kefaret gerektirici davranışın, öz-cezalandırmanın olduğu kadar, öz-ifşaatın da bir toplamıdır. Kendini cezalandırma edimleri, kendini açığa çıkarma edimlerinden ayırt edilemez niteliktedir… Acı çekmek, utanç duymak, aşağılanmayı şeffaflaştırmak ve edeplilik sergilemek bunlar cezalandırmanın temel özellikleridir.

Erken Hıristiyanlıkta kefaret, kişinin kendini ifşa etme yükümlülüğünü kabul etmek yoluyla, tüm davranış ve hareketlerinde kendini gösteren bir yaşam biçimidir.

Gözle görülür biçimde ortaya konmalı ve bu ritüeli tanıyan başkaları da eşlik etmelidir. Bu yaklaşım 15. ve 16. yy.a değin varlığını korudu… Exomologesis’in temeli “teşhir“dir…

Kefaret, “değişme“nin sonucudur; benlikle, geçmişle ve dünyayla bağları koparmaktır. Yaşamınızdan ve benliğinizden vazgeçebileceğinizi göstermenin, ölümle yüzleşebileceğinizi göstermenin bir yoludur.

Günahın kefaretinin hedefi, bir kimlik oluşturmak değil, benliğin reddi, benlikten kopmanın işareti olarak hizmet etmektir: “Ego non sum, ego.” Bu formül, “publicatio sui“nin temelinde yatan kaygıdır. Kişinin geçmişteki kimliğinden kopmasını simgeler. Bu gösterişçi jestler, günahkâr olma gerçeğini gösterme işlevine sahiptir. Öz-ifşaat, aynı zamanda öz-yıkımdır. (Foucault, 74–77) “Exagoreusis“, bir başkasıyla olan bütüncül itaat ilişkisinde, düşüncelerin analitik ve sürekli bir biçimde sözelleştirilmesidir. Bu ilişki, kişinin kendi iradesinden ve kendinden vazgeçmesini model alır. (Foucault, 84)

Manastır yaşamının ikinci özelliği olan tefekkür, en büyük sevap olarak kabul edilir. Tefekkür keşişin düşüncelerini sürekli olarak Tanrı’nın bulunduğu noktaya yöneltmesi ve yüreğinin, Tanrı’yı görmesini sağlayacak kadar temiz olmasını sağlama zorunluluğudur. Amaç, sürekli olarak Tanrı’yı düşünmektir… Keşiş sürekli olarak düşüncelerini Tanrıya yöneltmek zorunda olduğu için, düşüncesinin fiili akışını sürekli irdelemek durumundadır. Dolayısıyla bu irdelemenin hedefi, Tanrı’ya yönelen düşünceler ile onun dışındaki düşünceleri sürekli olarak birbirinden ayırmaya çalışmaktır. Ruh “sürekli hareket halinde” bir “polukinetos“tur. Cassian’da ruhun değişmez hareketliliği, ruhun zaafıdır. Bu hareketlilik kişiyi Tanrı’yı düşünmekten saptırır. (Foucault, 80–81)

Sonuç olarak, ilk yüzyılların Hıristiyanlığında, kendini ifşa etmenin, kendisiyle ilgili gerçeği göstermenin iki temel biçimi vardı…

Exomologesis“, model olarak şehitliği almıştı. Exomologesis’te, günahkâr, çileci arınmalarla kendisini “öldürmek” zorundaydı. İster şahadet ister bir ustaya itaat yoluyla olsun, benliğin ifşası, kişinin özbenliğinden vazgeçmesi anlamına gelir. Öte yandan “exagoreusis“te, sürekli olarak düşüncelerinizi sözelleştirmek ve sürekli ustanıza ifade etmekle, kendi iradenizden ve benliğinizden vazgeçtiğinizi göstermiş olursunuz…

Bu uygulama Hıristiyanlığın başlangıcından 17. yy.a dek sürer.

18. yy.dan günümüze değin, beşeri diye adlandırılan bilimler tarafından, benlikten vazgeçmek için değil, olumlu anlamda yeni bir benlik oluşumunda kullanılmak üzere, sözelleştirme teknikleri, farklı bir bağlamda yeniden yürürlüğe konmuş durumda. Bu teknikleri benlikten vazgeçmeksizin kullanmak, belirleyici bir değişim oluşturuyor. (Foucault, 84–85)

Rousseau

Rousseau (1712–1778) atomistik, özerk benliği ortaya çıkarır ve över: Belki de kendi tekilliği üzerinde ısrar eden ilk insanoğludur.

“Zihnim” der, “kendi zamanı içinde ilerlemeye ihtiyaç duyar, bir başkasının zamanına boyun eğmez.” “Çünkü biliyorum ki, kendi deneyimim bir başkasına uygulanamaz.”

Bu düşünceyle, o muazzam mikro-kozmos ve makro-kozmos paradigmasını temelinden sarsar. Onun yaşam öyküsü okuyucu için bir vahiy oluşturuyorsa, bunun nedeni hepimizin Rousseau’nun yansımaları olmamız değildir. Aksine, hepimizin benzersiz olmamız, kendi bireysel öykülerimizle kendimize özgü algılarımızla kendimiz olmamızdır. Aslına bakılırsa, Rousseau kendi önemini başkalarıyla benzerliğine değil, “abartılı duyarlığı”na bağlamıştır.

Kant’ın “Emile”e kapılmasının sebebi, Rousseau’nun kendi hayatını sunuşunu şekillendiren şeyin tam manasıyla yeni bir benlik anlayışı olmasıdır. Bu benlik anlayışı duygusal yaşamı, bireyselliğin temeli olarak görür.

Özyaşam öyküsünün başlarında “düşünmeden önce hissederim” diyen Rousseau, bu kısacık ibarede, sahip olduğu benzersiz duyarlığa damgasını vuran duygunun önceliğinin olduğu kadar, benliğin şimdiki haline, zaman içinde, kronolojik olarak geldiğinin altını çizer. (Gutman, 89)

Rousseau’nun duyarlılığının iki yönü arasında apaçık bir örtüşme vardır: Bireyselliğin doğuşu, görünürlük eşiğinin üstünde, açıkça tanımlanmış bir benlik ve duygusal yaşamın yüceltilmesi. Çünkü bu iki yön, karşılıklı bir tanımlama ilişkisi içindedir… Rousseau’nun “itiraf ettiği” şey, gerçek haliyle kendisidir; “Jean-Jacques” olarak adlandırdığı “bireyleşmiş benlik”tir, çünkü dünyayla olan etkileşimlerini önceleyen, onlarla iç içe geçen ve onların sonucu olan bir dizi duyguya sahiptir. (Gutman, 90–91)

Rousseau’nun amacı iki katlıdır: Kendisini utanç yükünden kurtarmak; kendisini zaafları içinde, onlarla birlikte ifşa etmek -Foucault’nun işaret ettiği gibi, “kişi, en büyük açıklıkla, anlatması en güç olan şeyi anlatır”- ve hasmane bir toplumsal düzen içinde, kendisine ve ötekilere kendisini tanımlayacak bir “benlik” yaratmak.

Tanımlanan bu benlik, Michel Foucault’nun “Disiplin ve Ceza”da ve “Cinselliğin Tarihi”nde kapsamlı ve ayrıntılı bir biçimde kendini gösterdiği gibi, tarihsel bir fenomendir.

“İnsanların (…) boyun eğmelerini sağlamak için (…) gösterilen büyük çaba: Sözcüğün her iki anlamıyla süjeye (özne, fail/nesne, uyruk) dönüştürülmeleri”dir…

İnsanı, iktidarın her türlü dar geçit ve engebelerine daha bütüncül ve kaçınılmaz bir biçimde tabi kılmak amacıyla bir özneye (toplumsal düzen içinde bireyleşmiş benliğe ve tanımlanmış bir kişiliğe) dönüştürmeye yönelik gerçekten yoğun bir çaba varsa -ki Gutman, durumun bu olduğunu, Foucault’nun da bunu inandırıcı bir biçimde gösterdiğini düşünüyor- o zaman Roussau’nun psikesi ve özellikle itirafları, bu çabanın işlenmesinde vazgeçilmez bir “techne” sağlamıştır. (Gutman, 92-93)

Hayal gücü gerçekliği dönüştürüp yeniden yaratır… Böylece kusurlu gerçeklik, hayale dönüşür ve hayal gerçekle öyle bir tarzda örtüşür ki, hayali olan dönüşür, öne geçer ve gerçek haline gelir.

Gerçeğin bu hayali olanın yerine ve hayali olanın gerçeğin yerine geçmesi, bu çifte yer değiştirme, “İtiraflar”ın okurunun sorması gereken çetin soruları doğurur. Eğer hayali olan gerçeği önce yerinden ediyor, ardından tekrar yerine koyuyorsa, okuyucu Rousseau’nun özyaşam öyküsü boyunca kendine ilişkin anlattıklarına ne dereceye kadar güvenebilir?.. Başka bir deyişle, önümüze getirdiği benlik, pekala uydurulmuş olabilir! Her ne kadar Rousseau’da görünürlük eşiğinin üstüne çıktığını gördüğümüz “ben”in, dünyayı yaratmak ve yeniden yaratmakta sahip olduğu gücü övmeyi seçtiğini söyleyebilirsek de, keşfettiği dünyaya yeni bir giriş yolu arayan duyarlığın, bu dünyaya karşı bir sığınak, bir siper olarak benlik icat etmeyi seçtiğini söylemek de eşit derecede adil olur.

Toplumsal varoluşun karmaşıklarıyla, insani baskının gerçek görüngüsüyle, insani olanakların sınırlarıyla yüz yüze gelen Rousseau, bir anlamda kendisini “Jean-Jacques” olarak, kendi öznelliğinde bu koşullardan bir kaçış, bu koşullara bir alternatif keşfeden bir özne olarak “yaratır”… Aslına bakılırsa, dünyayı “ben” ile “ben-olmayan” şeklinde bölünce, benliğin kucaklanması ve övülmesinin, Rousseau’nun “gerçeklikten hayali”ye kaçışının bir başka örneği olması da mümkündür. O zaman benlik fetişleştirilmekte, varolması istenen arzu nesnesine dönüşmektedir… Rousseau’nun bireyleşmiş benliğinin nihai olarak etkisiz olduğu anlaşılır; tevatür ettiği yoksunluk, ürettiği telafi edici doyumlara ağır basar ve Rousseau, bizzat “İtiraflar”ın empoze ettiği, benlik sınırlarını ortadan kaldırır-ya da ortadan kaldırmayı ister… (Son yapıtı “Yalnız Gezerin Hayalleri”nde,) Rousseau fiili benliği terk eder, ben ile ben-olmayan arasındaki sınırları siler ve bir “totalite”ye, bir “bir”liğe teslim olur. Bu, ben ile ben-olmayan ayrımı deneyiminden önceki “bir”liği yineleyen bir “totalite”ye, bir “bir”liğe benzer. (Gutman 103…106)

Dolayısıyla Rousseau’nun “İtiraflar”da sezdiği, “Yalnız Gezerin Hayalleri”nde keşfettiği şey şudur:

Yaratılmış benlik, bireyin dünyadan koparılması, sonunda insani mutluluğu gerçekleştirme yeteneğinden yoksun bir stratejik adımdır. İşte derin ironi buradadır: Modern benliğin büyük mimarı, tam bitirdiği anda inşa ettiği binanın içinde oturulamaz olduğunu keşfeder.

Benliğin dış dünyaya karşı sığınağı olarak çekildiği düşlem, benliği ifşa ederek ve kararlaştırılmayan bir tarzda şeylerin “totalite”sinde eriyerek son bulmaktadır. Gene de, son kertedeki hayal kırıklığına rağmen, Rousseau “ben”i yaratmak ve farklılaştırmak için o kadar çok şey yapmıştı ki, “İtiraflar”ın okuyucusu, benliğin muazzam öneminin, çevresindeki yenilik halkasının, o zamana değin büyük ölçüde saklı kalan bu konunun doğuşunun belgelenmesiyle bir ilgisi olduğunu anlar: “Öteden beri sıradan bireylik-herkesin gündelik bireyliği-betimleme eşiğinin altında kalmıştır.” (Gutman 108-109)

Rousseau’dan sonra, psikanalizin babası sayılan Sigmund Freud (1856–1939) benlik kavramına çalışmalarıyla yeni bir boyut kazandırmıştır. Freud sonrası dönemde, benliğe bakış oldukça farklılaşmıştır. Son dönemde ise Foucault, Freud’a zıt yöntemle konuyu ele almıştır.

Freud ile Foucault karşılaştırması “benlik” kavramın 20. yy.daki anlamını açığa çıkarmaktadır.

Freud ve Foucault

(Freud’un çalışmaları), yitik bir benliğin arayışıdır aslında. Freud’a göre, oluşmuş bir benlik vardı, ancak bu benlik sonradan büyük ölçüde unutulmuştu, “psike“nin hayatın başlangıç döneminde yaşadığı deneyimin sonucu olarak nisyanla maluldü.

Kişinin kimlik duygusu, psike’nin özgül deneyimleriyle, özellikle çocukluğa dair olan deneyimleriyle hesaplaşması aracılıyla kurulan davranışsal kalıplarla şekillenir. Psike’nin geçmişteki deneyimlerle ilişki tarzı, onun bugünkü deneyimle olan ilişkisinin yönünü de belirler. Hesaplaşma ne kadar erken olursa, etkisi o denli derin olacaktır. Dolayısıyla kişinin benlik duygusu, geçmişteki güçlü emsaller tarafından biçimlenir.(Hutton, 115–116)

Foucault’ta göre, genellikle “Aydınlanma” olarak adlandırılan “Klasik Çağ”ın ayırt edici özelliği, entelektüel özgürleşmeye olan inançtan ziyade, insan davranışını disipline etme kararlılığıdır… Normal davranışın tiplerinin ve sınırlarının çok ayrıntılı sınıflanmasıyla birlikte, zihnin kamusal bir tanımlaması şekilleniyordu… Foucault’nun denetleme sürecine ilişkin tezi, onun bir soyutlama olarak psike’yi kavrayışının anahtarıdır. Foucault’ya göre, psike, modern toplumun daha disiplinli bir benlik kavramına duyduğu ihtiyacı karşılamak üzere kamusal otorite tarafından zihinlerde oluşturulan bir soyutlamadır. Foucault, zihnin modern çerçevesinin “denetleme süreci” aracılığıyla şekillendiğini ileri sürer.

Denetleme süreci, insan davranışına neyin uygun olduğu konusunda her zamankinden de kesin tanımlamalar gerektiren bir zihniyetin gelişmesine hizmet eder. (Hutton, 119–120)

Foucault’ya göre, insan doğası diye bir şey yoktur. Her kuşak, insanlık durumunu kavrayışını açıklamak, izah etmek üzere bir takım kategoriler oluşturma görevini üstlenir ve arkasında dilsel ve kurumsal yapıntılar bırakarak tarih sahnesinden çekilir.

(Hutton, 122)

Foucault, psikanalitik yöntemin, bugün tıp literatüründe kamufle edilen kadim bir “kendine yardım” devasından türediğini ileri sürer. Öz-çözümleme amaçları değişmiş, ama teknikleri değişmemiştir. Bütün bu teknikler, kendi davranışımız üzerinde iktidar kurma kapasitemizi artırma aracıdır. (Hutton, 129) Foucault’un iddiası şudur:

Freud’un varolduğuna inandığı bir “başlangıç noktası” yoktur, sadece tarih öncesinin nisyanı içinde yitip gitmiş eski formülasyonlara uzanan bir nesep, soy, şecere zinciri vardır. Foucault, insanlığın kendini anlamaya yönelik çıkış noktasının, tarihsel zamanın varsayımsal bir başlangıcında değil, bugün başladığı öne sürer. Her gün yepyeni formülasyonlarla kendi kendimizi yaparız.

(Hutton, 131)

Foucault, bu jeneolojik soy çizgisini geçmişe doğru ayrıştırmak (dekonstrüksiyon) yoluyla, Freudcu psikanaliz tekniklerinin, çeşitli entelektüel geleneklerden gelen ve kafalarında farklı farklı amaçlar taşıyan daha önceki çağların analistleri tarafından geliştirilen ve sonra unutulup giden benlik felsefelerinin araçları olduğunu ortaya koymaya çalışır.

Foucault’nun yaptığı ayrıştırma sonucunda, psikanalizin soy kütüğünün ortaya koyduğu Freud, yeni bir yöntemin yaratıcısı değil, mucididir. Onun dehası, Batı uygarlığının geçmişteki toplumları tarafından kullanılan ve sonradan ıskartaya çıkartılan öz-çözümleme tekniklerini, tek bir tıbbi söylem teorisinde bir araya getirmiş olmasıdır.

Tıpkı bugünkü toplumumuzdaki terapistler gibi, bu eski pratisyenler de benliğe yönelik özeni ciddi ve takdire şayan bir amaç olarak görmüşler, ancak kendilerini etik ya da dinsel bir kelime haznesiyle ifade etmişlerdi. Foucault’nun Freud’a sorusu, onun neden selefleri gibi bir öz-özen (self-care) yöntemiyle yetinmeyip de, bu teknikler aracılığıyla benlik hakkındaki gerçeği keşfetmeye çalıştığıdır.

Freud’un bu soruya yanıtı, kuşkusuz, psike hakkında neleri bilebileceğimize ilişkin tümüyle farklı bir kavrayışla bağlantılıydı. Freud, “dilin yorumsal sınırları ne olursa olsun, psike’nin, işleyişini nesnel olarak anlayabileceğimiz apayrı bir gerçeklik olduğu” karşılığını verecekti.

Psike kavrayışımız, onu betimlemek için başvurduğumuz imgelerle sınırlı olabilir. Ama, teorimizin yetersizliği, tanımlamaya çalıştığı objenin gerçekliğini azaltmaz. Yapmamız gereken, teorimizi psike’nin doğasına ilişkin gerçeğe daha çok yaklaşmamızı sağlayacak şekilde rafine etmektir.

Foucault ise benliğin, teorilerimizle betimlenecek bir nesnel gerçeklik olmadığını, aksine teorilerimiz tarafından fiilen oluşturulan öznel bir kavram olduğunu öne sürer. Benlik, denetleme sürecinin zorunluluklarının yarattığı mevcut bir söylem içinde sürekli olarak yeniden tasarlanan soyut bir yapıdır.

Foucault’ya göre, bu söylemin şeceresinin, soy kütüğünün izini sürdüğümüzde, şunu keşfederiz: Benliğin, onun doğasına dair teorilerden öte bir şey olmadığını. Benlik teorileri, zihnin üzerindeki iktidarın tanımlanması ve genişletilmesi için kullanılan bir tür “geçer akçe”, tedavüldeki genel kanı gibidir.

Bu nedenle Foucault, Freud’un bilgi ve iktidar arasındaki ilişki hakkındaki önermesini ters yüz eder. Freud, bilginin nasıl kendimiz üzerinde iktidar kurmamızı sağladığını açıklamaya çalışmıştı. Foucault ise iktidarın bizim benlik bilgimizi nasıl şekillendirdiğini göstermeye çalışır. (Hutton, 132–133)

Freud, temelde kökenlerle ilgilenir. Gelecekteki davranışın bir emsali olarak, deneyimin belirleyici gücü üzerinde durur. Bu tür emsaller, gerek kişisel, gerek kolektif kimliğimizin oluşumunda mecburidir. Geçmiş deneyimler, psike’lerimizin yüzeyine silinmez bir biçimde kazınmıştır; bundan sonraki hayatımızda temel davranış motiflerini bu deneyimler oluşturacaktır. Bugünün eylemleri, geçmiş deneyimlerin bilinçdışı anılarının ışığında gerçekleştirilir.

Freud’a göre, insan doğası geçmiş deneyimlerin hatırlanmasıyla biçimlendirilir. Foucault’ya göre ise insan doğası, bir biçim imalatçısı olan insani etkinlik vasıtasıyla inşa edilir. Aslına bakılırsa, Foucault’ya göre, geçmiş deneyimler, insanların onları sınıflandırmak üzere yarattığı formüllerin labirentinde kaybolur. Foucault, kimliğimizi keşfetmenin yolunun, Freud’un söylediği gibi davranış emsallerinin özgün anlamını kavramaktan değil, deneyimlerimizi sonu gelmeyen bir biçimde incelediğimiz, değerlendirdiğimiz ve sınıflandırdığımız biçimsellikleri ayrıştırmaktan, dekonstrüksiyona tabi tutmaktan geçtiğini ileri sürer.

Freud, geleceğe yönelik noktalar olarak, dönüp başlangıçtaki deneyime bakar. Foucault’nun bakışı ise bugün üzerinde sabit kalır. Freud, geçmiş deneyimimizin bugünkü yaşamlarımızı nasıl biçimlendirdiğini sorar. Foucault’nun sorusu ise “gerçeği, neden yaşam deneyimlerimizi disipline etmeyi amaçladığımız resmi, biçimsel kurallarda aradığımız”dır.

Freud’un geçmişe bakışı, hatırlamanın altını çizer. Foucault ise, tam tersine, insanlık durumunun paradoksu hakkındaki merkezi önermesini güçlendiren yineleme üzerinde durur: Bizler, ironik olarak yaratıcılığımızı hapseden formlar yaratan varlıklarız.

Bu yaratım ve kısıtlama kalıbı, aralıksız biçimde tekrarlanır. Foucault, geçmiş deneyimlerin bizi, Freud’un inandığı gibi, geriye çevrilemez bir biçimde yapılandırmadığını belirtir. Daha çok, sürekli olarak geçmiş yaratımlarımızı şimdiki yaratıcı ihtiyaçlarımıza uyacak biçimde yeniden biçimlendiririz.

Çocuk yetiştirme sorunu, iki düşünürün öz-kimlik (self-identity) oluşumuna yaklaşımları arasındaki bu farka iyi bir örnek oluşturur. Freud, kalıtımı vurgular. Ona göre, anne-babanın gerek doğrudan doğruya, gerekse genler aracılığıyla oynadığı rol, çok önemlidir. Kendimizi anlamak için, anne, babamızla olan ilişkilerimizi araştırmak, bilinçdışı zihinlerimizin derinliğindeki yapıların biçimlenmesindeki rollerini tespit etmek zorundayız.

Ne kadar bastırılmış ve unutulmuş olsalar da, bağlantılar gerçektir. Buna uygun olarak, en eski atalarımız, bize deneyimlerimizle başa çıkmamız için kurumsal emsaller miras bırakırlar ve bunlar bizi çok kapsamlı bir şekilde etkilemeyi sürdürürler. Söz gelimi, Freud, insanlığın kolektif belleğine böylesine yerleşen dinin çekiciliğinin pes etmez gücü karşısında huşu duyuyordu. Freud’un gerek bireysel gerekse kolektif kimliklerimize yönelik arayışında, kökenlere eğilmesinin sebebi, emsalin bugünkü davranışımızı belirlemekteki sonsuz gücüne olan inancıydı.

Foucault ise tersine, bugünden geriye doğru şecere çıkarır, jeneolojik soy çizgisinin izini sürer. Ona göre, çocuk yetiştirme belirleyici değil, rastlantısaldır. Kişinin kendi soy çizgisinin amaçsız, rastlantısal, kimi zaman da garip akışını görmek için, soyunun birkaç kuşaklık şeceresini çıkarması yetecektir.

Kişi Freud gibi, köklere dönmeye çalışırsa, kalıtımı ile bugünkü özlemleri arasındaki sürekliliği ortaya çıkarmayı umar. Ama Foucault, kişinin bu süreci ters yüz edip atalarının izini sürmesi halinde, çarpıcı kopukluklarla karşı karşıya geleceğini öne sürer.

Tıpkı çocukların kimi zaman anne-babalarından çok farklı yaşamaları gibi, bir kuşağın fikirleri kullanımının, bir önceki kuşak tarafından kullanımıyla pek az ilgisi olabilir. Foucault, belirli bir çağın fikirlerine pek itibar etmez, çünkü entelektüel geleneğin biçimlendirici gücüne inancı yoktur.

Son olarak, bu iki düşünür arasındaki fark, onların benlik teknolojilerine ilişkin kavrayışlarında kendini gösterir. Burada, belleğin kültürel önemi sorununu ele alırlar. Freud’un başlıca kaygısı, öz-bilgidir. Psikanaliz tekniklerinin, bizi bilinçdışı zihnin dibinden unutulmuş deneyimleri kazımak ve bunları bilinçli kavrayışın yüzeyine getirmek olanağı verdiğine inanır. Kişinin kendini tanıması, deneyiminin kökenlerine dönmesidir.

Bilinçdışını, geçmiş deneyimlerimizin gizlenmiş anılarını bilinçli zihne geri getirmeye zorlamak, özgürleştiricidir, çünkü buradan bizi biz yapan unutulmuş etkileri keşfederiz. Hatırlanan anıları bizim geçmişle olan süreklilik duygumuzu yeniden kurar ve böylece bize kendimiz hakkındaki gerçeği gösterir.

Freud’un benlik kuramı, bu yüzden kimliğin temeli olarak belleğin tarihsel öneminin altını çizer. Deneyimimizin yitik parçalarını hatırlamak üzere kökenlere geri dönmekle, bellek, geçmişimizle olan bağımızı yeniden kurarak, bizi bir kez daha bütün yapar.

Foucault, Freud’un psikanalitik yönteminin kendimiz hakkında önemli anlamları ortaya çıkardığını kabul etmekle birlikte, bunların hiçbirinin bize tanımlayıcı bir kavrayış veremeyeceği kanısındadır. Benlik arayışı, gelişigüzel güzergâhlardan ilerleyen ve nihai olarak açmazlarda sona eren zihinsel labirentte yapılan bir yolculuktur. Yol boyunca onarılan bellek parçaları, bize bu yolculuğun bütüncül anlamını yorumlamaya yönelik bir zemin sağlamaz. Anılarımızdan elde ettiğimiz anlamlar, değerleri kısa ömürlü, kısmı gerçeklerden ibarettir.

Foucault’ya göre, psike bir arşiv değil, yalnızca bir aynadır. Psike ancak kendimizi betimlemek için uydurduğumuz imgeleri yansıtabildiğinden, kendimiz hakkındaki gerçeği bulmak için psike’yi araştırmak sonuçsuz bir çabadır. Bu nedenle, psike’ye bakmak, bir aynanın ayna’daki imgesine bakmaya benzer.

Kişi kendisini, sonsuzluğa doğru gerileyen bir imgede yansımış olarak görür. Bakışımız, başlangıcımızdaki öze doğru değil, daha çok, benliğin önceden bırakılan imgelerinin anlamsızlığına yönelir.

 

Sonuç olarak, Foucault’ya göre benliğin anlamı, onu anlamak için kullandığımız yöntemlerden daha az önemlidir. Yüzyıllar boyunca insanların kullandığı benlik teknolojilerinde devamlılıklar buluruz. Psikanalizde aradığımız, çok önceleri günah çıkaran Hıristiyanların ve Stoacıların aradığı şeydir. Bu, bir benlik bilgisi değil, bir öz-özen yöntemidir.

Foucault’nun, geçmiş deneyimlerimizden çıkarılması gereken anlamlardaki kopukluklara ilişkin argümanı, bizi kişisel ve kültürel bellek yitimine mahkûm mu ediyor? Foucault’nun amacı, geçmişi anımsamanın değerini ve önemini yadsımak değil, bu girişimimizdeki perspektifimizi değiştirmektir.

Geçmişi kavramamızın bize öğrettiği şey şudur: Yalnızca benimsememiz gereken süreklilikler yoktur, seçmekte özgür olduğumuz seçenekler de vardır. Kim olduğumuzun, tıpkı geçmişte neye saygı duyduğumuzla olduğu gibi, bugün neyi onayladığımızla çok ilgisi vardır.

Öz-anlama arayışı, sonu olmayan bir yolculuktur. Psike’lerimizin en derin kovuklarında bile, uyandırıldığı takdirde gerçek kimliklerimizi ifşa etmeyecek hiçbir deneyim yoktur. Ama bu tür bir bilgi arayışının kendisi, Freud’dan çok önceki uygulayıcıların öğrettiği benlik teknolojileri olarak, bir tür öz-özendir.

Foucault, işte bu yüzden, bizim bir anlam arayışına mahkûm olduğumuzu belirtir: Bu yolculuk boyunca yarattığımız biçimlerle sürekli olarak yeniden kurulan insani doğamızın anlamını arar dururuz. Anlamları ve değerleri yeni baştan yaratma sorumluluğu, ebedi bir görev olmakla birlikte, tüm insani çabanın temelidir. Foucault’ya göre, gücümüzü açığa çıkaran bu tür yaratıcılık aracılığıyla gücümüz açığa çıkar ve kaderimizi belirleyen de onu iyi kullanma kapasitemizdir. (Hutton, 134–139)

 

Foucault, Michel-Gutman, Huck-Hutton, Patrick H.; Kendini Bilmek; Çev. Gül Çağalı Güven; Om Yayınevi; 4. Basım; 2003

 

http://www.felsefeekibi.com/dergi/

Read Full Post »