Feeds:
Yazılar
Yorumlar

Archive for Ağustos 2012

Kut Günü…

led zeppelin’den kashmirin videosunu paylaştım., üstüne de şunu yazdım: ay bu kadar okunsun isterdim., 30 yıl içinde., bu kadar., bir obua çalsa ayda., müziğini ben yaparım., ya yoksa., ya varsa., tanrı değil., tanrı sana kendini açık etmediyse ona inanmak zorunda değilsin., kut! bazen araftasın., kalbin sezmiş ama aklın direniyor., ya yoksa., ya kut varsa! var.

ardından dışarı çıktığımda bizim büyük ilan panosunda bunu gördüm., o şarkı çok özeldir., ve feelozofun 4. yılı bugün., “kut’lu oldu., .) x (.

video’nun izlenme sayısı: 13,031,289

Read Full Post »

Bilinç Zıplaması – ke

 

bilinç zıplaması…

yazmakara, yaz makara, yazma kara, yazmak ara, ara ara aramalı mı, mor dağlarda turuncu tavşanlar zıplatsam, ya devrim böyle başlarsa, turuncu tavşanlar zıpladı, militanlar zıpladı, gerillalar zıpladı, aktivistler zıpladı, dedeler ve çocuklar, nineler ve çiçekler en önce zıpladı, nasıl anlatsam, düz değildi, ters de; anti zıpladı, eskiden kıpkızıldı da, artık hafiften kızıldı sanki, turuncu da değildi ya, su rengi tavşanlar mıydı, sular zıpladı, sulardan karaya zıpladı, zenci bir çocuk bulutlara zıpladı, yağmur muydu zıplayan, o kış zıplayan bir kar mı yağmıştı ve buna kimse inanmamışmıydı, yoksa bu olmamışmıydı da herkes buna mı inanmıştı, bir karıncanın düşünde bütün filler aynı anda zıpladı, çekirge bir, iki, iki, bir, bir, iki, böyle sonsuz zıpladı, yek dedi, dü dedi ta farsa zıpladı, kravatlı bir tanesi (takmamıştı onu, giymişti, yine de sıkıyordu boğazını) ordan marsa zıpladı, bir kalp başka bir kalbe, Van Gogh desen aya zıpladı, sarı, sarı sarı zıpladı, sarı tavşanlardan mı yayılmıştı bu, 300 yıl önce ki bir kadırga yanıma zıpladı, içindeki şişe denize zıpladı, şişedeki yazı yarına zıpladı,,,

tarihsiz bir tarihte (bingo! bildiniz; zamansız bir zamandı) bir yerlerde de okudum;  ‘tavşanlardı evet tavşanlardı,  üçgen rengi tavşanlar’,

… 

bugünlerden bir dünde iki evet bir hayır kavuklar zıpladı, 

 şimdisiz bir şimdide kendini idam eden bir meczup son arzusunda tavşan gibi zıpladı,

son cümlede gelecek kendine zıpladı,,,

eflatun tavşanlar dedi bazıları, bir tanesi tek ayak üzerinde iyi zıpladı, mesafe dile geldi; dünyaydı tavşandan zıplayan, tavşandı dünyadan zıplayan,,, hepten hiçe zıpladı, aynaya doğru zıpladı, aynaya bir sihir zıpladı, akiste hiçten hepe zıpladı, bakmayın ben eflatun görüyorum da onu diyorum, gördüğümü söylüyorum, onlar limon mavisi gözlü keçi yeşili tavşanlar der… bir tanesi amuda kalkıp zıpladı, ide dedi, en yalancı gerçek, en gerçekçi yalandır, izafiyet dediğin mutlak bir kraldır, tavşan dediğin de okyanusa susayandır,,, uzun ve hoş, birbuçuk santim loş bir sessizlik zıpladı,,,

boz tavşanlar, yap-boz tavşanlar başlatmıştı bunu, yıldızlar bile zıpladı, biranın yanındaki leblebiler, mezartaşları bile, anayasalar, fare kapanı bile, sütyen fırfırları ve akasya dikeni bile, ama bir çocuktan aldım müjdeyi, tüm yarımlar zıpladı, tüm çeyrekler hatta, zikzaklar ve yamuklar bile,,, düşler ve düşüşler bile,,, yüreğim bile zıpladı, aklım zıpladı bile,,,

(yazmakara sen de zıpla…)

(mazka raya!-om-amin-om- s.o.s; do es, la es, mi es, öyle bir zıpladı ki gören uçtu sanırdı…)

//

31 Ağustos 2008 (Tam olarak 4 yıl önce))

Read Full Post »

Başlangıç;

 

Başlangıç var mı gerçekten; hareket yoktu diyorsun ve madde sonsuz yoğundu, zaman yoktu diyorsun…

 

 

 

Patlama;

 

Bir sır ver bana, sende kalsın de, tüm bu evren bir hidrojen atomunun içinde ve her hidrojen atomu bir evren de bana, bunu bağıra çağıra herkese anlatayım, ihanet mi; hayır! Kimse buna inanmazsa sır ortaya dökülmüş sayılmaz; böyle bir sır ver bana bir kuyuya değil gökyüzüne fırlatayım yine de aramızda kalsın…

 

Adalet istiyorum senden, cana kıyanın canına kıyıla, diri diri mezara gömen diri diri mezara gömüle, seven sevile, nefret veren nefret ala… Adalet bu gerçekten, gerisi palavra! Acı acıyla, neşe neşeyle, akıl akılla, hile hileyle kadeh tokuştursun, gör o zaman acımdaki azameti, işit şen kahkahalarımı, konuşmam sadece, dinlerim de o zaman, hilesine güvenebilir insan, şansına değil!! Adalet istiyorum senden, affetmek benim işim değil, o senin işin ve senin işine burnumu sokmak istemem!

 

Öyle bir renk gösterki bana kırmızı onu gördüğünde kıpkırmızı olsun, gözlerimi simsiyah yap ama içinde o renk olsun ve o rengi gören taş olsun!

 

O kadar İnsan yapki beni Şeytan önümde secde etsin! Ve onu elinden tutup ayağa kaldırayım.

 

Her insan yap beni, herkes olmak istiyorum, ona ne dokunduysa bana da dokunsun, ne kadar yücelmişse ve ne kadar alçalmışsa… Cellad cellad olsun yani kendi kafasını uçursun. Kral olmak istiyorum ama bir o kadar soytarı da. Tam olmak istiyorum ve eksik olmak, korkudan ölmek istiyorum ve ölümden korkmamak, hür olmak istiyorum müebbet yatarak.

 

Böcekler rüya görsün bunu istiyorum senden.

 

Öyle kelimeler istiyorumki senden zirve yerin dibine batsın, okyanus bir damlaya sığsın, bir fil ezsin karınca o kelimeyle, bal ekşi kaçsın yanında, acı kaçsın, zehir utansın, beyaz kör olsun, denge kaybetsin kendini, imkansız birde bin ve işkence ninni gelsin kulaklara, bu kelimelerle dile gelen iki doğru sonsuzda kesişmesin hemen kesişsin…

 

Dostum olmanı istiyorum ve düşmanım, bir azizeden çok bir orospu olmanı ve sana öyle aşık olmak istiyorum!

 

 

 

Dağılma;

 

Tanrım! Sen yoksan, ben de yokum!

 

ke—

 

31-ağustos-2008 (Tam 4 yıl önce))

Read Full Post »

merak ettiğim bir şeyle karşılaştım, paylaşayım., nasıl oluyor da iki negatif sayının çarpımı pozitif oluyor., işaretler kuramı denen ispatı aktarıyorum:
x= (a.b) + (-a.b) + (-a.-b)
ilk işlemde toplamanın ilk iki elemanını paranteze alırsak:
x= [a + -a].b + (-a.-b)
= 0.b + -a.-b
x= -a.-b
ikinci işlemde toplamanın ikinci ve üçüncü elemanını paranteze alırsak:
x= (a.b) + -a.[b-b]
= a.b + -a.0
x=a.b
ve:
-a.-b=a.b

Read Full Post »

Göt – ke

Tanrı kesin odama gelip yanımda da, karşımda da dans etmiştir., keyfim yerindeyse dans ederim., /mono., dance.,/ bana değil, koyduğum müziğe gelmiştir., ben bunun yanında rahat rahat göt sallarım demiştir., /stop!/ bu lafı götünden anlama işte., tanrılar amı götü dağıtmaz!

//Tanrılar delirir! Göt!

Read Full Post »

 William çok hoşnut görünüyordu. Elinde, en sonunda çözdüğü, Venantius’un parşömeni vardı. Birlikte saygısız kulakların erişemeyeceği hücresine gittik; bana okuduklarını çevirdi. Burç alfabesiyle yazılmış cümlelerin ardından (secretum finis Africae manus supra idolum age primum et septimum de quatuor), Yunanca metinde şunlar yazılıydı:

    Arıtıcı korkunç zehir…

    Düşmanı yok etmek için en iyi silah…

    Alçakgönüllü, aşağılık ve çirkin kimseleri kullan, onların kusurlarından tat al… Onlar ölmemeli… Soyluların ve güçlülerin evlerinde değil, köylülerin köylerinden, bol bol yiyip içtikten sonra… Bodur gövdeler, çarpık çurpuk yüzler.

    Kızoğlan kızlara saldırıyorlar, orospularla yatıyorlar, kötü değil, korkusuz.

    Farklı bir gerçek, gerçeğin farklı bir imgesi…

    Saygıdeğer incirler.

    Utanmaz taş düzlükte yuvarlanıyor… Gözler önünde.

    Kandırmalı; kandırırken şaşırtmalı; inanılanın tersini söylemeli, ama başka bir şey demek istemeli.

    Ağustosböcekleri topraktan şarkı söyleyecek onlara.

 Hepsi buydu. Kanımca çok azdı, hiçbir şey değildi; neredeyse bir delinin saçmalarını andırıyordu; bunu William’a söyledim.

 “Olabilir. Benim çevirimden ötürü kesinlikle daha da deli saçması gibi görünüyor. Yunancayı oldukça iyi bilirim. Gene de, Venantius’un ya da kitabın yazarının deli olduğunu varsaysak bile bu, bunca insanın önce kitabı saklamalarını, sonra da ortaya çıkarmalarını açıklamaz; hepsi de deli değil ya bu insanların…”

Read Full Post »

Ben Ulrike, Bağırıyorum! / Dario Fo

Bundan sonra 4 yıl boyunca modern bir devletin, modern bir cezaevine kapatıldım. Suç? Özel mülkiyete ve bunun korunması için yaptırılan ve yasalara ve sonuçta her şeyin mülkiyet hakkını sınırsızca genişleterek, patron haklarının gerçekleştirilmesine karşı saldırıda bulunmak. Her şeyin: Beynimizin, düşüncelerimizin, sözcüklerimizin, tavırlarımızın, duygularımızın, işlerimiz ve aşklarımızın, kısacası tüm yaşamımızın. Hukuk Devletinin patronları, bu nedenle beni yok etmeye karar verdiniz. Kutsal yasalarınıza boyun eğildiği sürece yasalarınız herkes için eşittir. Kadının özgürlük ve eşitliğini en üst düzeylere eriştirdiniz; gerçekten bir kadın olarak beni bir erkek gibi cezalandırdınız. Size teşekkür ederim. Beni cezaevinden daha berbat bir yere koyarak ödüllendirdiniz. Morgdan da soğuk ve aseptik bir yerde ve “duyu organlarımdan yoksun bırakarak” beni işkencelerin en büyüğüne tuttunuz. Deyim yerindeyse yani, beni sessiz bir hücreye gömmüş oldunuz. Beyaz bir sessizlik, beyaz bir hücre, beyaz duvarlar, beyaz döşemeler, kapının sır işlemesi bile beyaz, masa, sandalye ve yatak, tuvaletten bahsetmek yersiz zaten. Neon lambası beyaz, hep yanık duruyor: Gece gündüz. Gece hangisi, gündüz hangisi peki? Nasıl bilebilirim? Pencerenin arasından sürekli olarak beyaz bir ışık sızıyor. Sahte bir ışık, pencere gibi sahte, beni beyaza boyayarak buraya kapattığınız zaman gibi sahte. Sessizlik. Dışarının sessizliği, ne bir ses, ne bir gürültü, ne bir insan sesi. Ne koridordan geçip giden işitiliyor, ne de açılıp kapanan kapılar. Hiçbir şey!

Tümü sessiz ve beyaz. Beynimin içi sessiz ve tavan gibi beyaz.

Sesim beyaz çıkacak, konuşmayı denersem.

Beyaz tükürüğüm ağzımın kenarında bir burukluk bırakıyor. Gözlerimin içi, midem, boşa atan damarım sessiz ve beyaz.

Bir akvaryumda yelpaze yüzgeçlerini kaybetmiş, sessizlikte batmamaya çalışan bir Japon balığı gibi çekingenim. Sürekli olarak kusma duygusu hissediyorum. Beynim, odaya süzülen ışığın boşluğunda kafatasımdan kopuyor. Çamaşır makinesindeki deterjan köpükleri gibi yükselen tozların hepsi üzerimde: Onları temizliyorum, yan yana diziyorum… Yeniden üzerime yapışıyorlar… Yoo, hayır! Hayır! Onları durdurmalıyım. Beni delirtmeyi başaramayacaksınız… Düşünmeliyim! Düşünmek! İşte düşünüyorum.. Sizi düşünüyorum. Bana bu işkenceyi yapan sizleri düşünüyorum: Sizi, bu akvaryumun kristal camına burnunuzu ezerek dayamış ve beni hapsetmiş olmanın ilginçliğini izlerken görüyorum. Gösteriye bayılıyorsunuz… Direnç göstermemden korkuyorsunuz… Benim gibi olan diğerleri ve yoldaşlarım tasarladığınız güzel dünyayı bozmanın arayışında olduğundan korkuyorsunuz.

Göz alıcı renklere boyadığınız çürümüş ve grileşmiş dünyanızdan dışlayıp, tüm renkleri yasakladınız bana, ne grotesk!

İnsanlar hiçbir şeyin farkına varmadan tüm renkleri tüketsin diye zorladınız onları: Ahududu şurubunu çiğ kırmızıya boyadınız, kanser yaptığı kimin umurundaydı, aperatifleri yaldızlı portakal rengine. Zümrüt yeşili, krom sarısı yağlar ve reçellerin zehirli renklerini çocukların midelerine indirdiniz.

Delirmiş palyaçolar gibi boyadınız kadınlarınızı bile… Yanaklara pespembe, gözkapaklarına Cezayir moru ve menekşe mavisi, dudaklara zencefil kırmızısı ve karnavalın tüm renklerinde tırnak cilaları: Altın, gümüş, yeşil, turuncu hatta kobalt mavisi bile…

Ve beni beyaza zorlayın, çünkü beynim bir sürü renkli kağıtlar arasında paramparça oldu: Korkunuzun lunapark ve karnavallarının renkli kağıtları. Evet, çok güvenli görünüyorsunuz ama kocaman bir korku sizi delirtmeye ve katılaştırmaya yetiyor. Bu nedenle her yeri saran renkli neon ışıklarına gereksinim duyuyorsunuz. Ve vitrinler ve sesler ve gürültüler ve radyo ve büyük ses dalgaları her yerde, açık, büyük mağazalarınızda, evlerinizde, arabalarınızda, kafe barlarda, aşk yaparken yatağınızda bile…

Sessizliğin korkunçluğuna ise beni mecbur edin… Çünkü siz terörün starısınız tek başınıza ve beyninizle… Çünkü sizin dünyanızın dünyaların en iyisi olmadığına dair korkunç şüpheleriniz var… Ama daha da beteri: En çöle dönmüş, en kurumuşu.

Beni bu akvaryuma kapatmanızın tek nedeni var… Hayır, sizin yaşamınızı onaylamıyorum. Hayır, sizin şeffaf giysili kadınlarınızdan biri olmak istemiyorum. Cumartesi gecesi, bir restorandaki masanızda çeşitli yabancı men’lerle ve budala ama bağıran müzikle küçük gülücükler, aptal tebessümlerle baştan çıkartan bir kadın olarak sunulmayı istemiyorum. Ve o mahzun ve göz süzen ve bazen deli, öngörüsüz ve aptal ve çocuksu ve ana ve orospu ve aniden sizin hiç eksik etmediğiniz banal bir fıkraya kibarca gülümsemeye kendimi zorlayan biri olmamalıyım. Ah, işte hafif bir hışırtı: Kapı açılıyor, bir gardiyan görünüyor. Ve bana sanki saydammışım ve burada yokmuşum gibi bakıyor. Hiçbir şey söylemiyor, ama elinde öğlen yemeği için getirdiği bir tabak var. Masanın üzerine bırakıp gidiyor. Kilitliyor. Yeniden sessizlik.

Yemek için ne getirdiler? Hamburger. Bir bardak greyfurt suyu. Haşlanmış sebze, bir elma. Aklıma intihar düşüncesi takılır diye endişelendikleri anlaşılıyor. Gerçekten kağıt tabak, kağıt bardak. Bıçak yok, çatal yok. Sadece çiklet gibi yumuşak plastik kaşık var. Kendi kendimi yok etmeme razı değiller. Bu onlara ait bir karar olacak. Zamanı geldiğinde kendimi yok etmem için emirler verilecek ve o andan sonra bu hücrenin penceresindeki engel buruşuk bir çarşafın ve bir kayışın asılabileceği kadar kaldırılacak ve kendimi asmam için bana yardımcı olacaklar… Hatta çok fazla yardımcı olacaklar. Temiz bir iş… Beni öldürmeye hazırlanan sosyal demokrasimiz gibi tertemiz… iyi bir emir bu.

Kimse tek bir çığlığımı, iniltimi duymayacak… Bu temiz ulusun mutlu insanlarını huzurlu uykularında rahatsız etmemek için her şey sessizlik içinde gayet tedbirli olacak… Emir verin.

Uyuyun, uyuyun Almanya’nın ve hatta Avrupa’nın şaşkın ve semiz halkı, öngörülü halk, sakince uyuyun, ölüler gibi!

Çığlığım sizi uyandırmayacak… Mezarlıkta yatanlar da uyanmayacaklar. Öfke ve nefret, büyük geminizin makine dairesinde terden geberenlerde birleşecek biliyorum: Türk, İspanyol, İtalyan. Yunan, Arap göçmenler ve tüm Avrupa’nın düzülmüşleri, düzülmemişleri, tüm kadınlar, ezildiğinin aşağılandığının, sömürüldüğünün bilincinde olan tüm kadınlar neden burada olduğumu ve neden bu devletin beni öldürmeye karar verdiğii anlayacaklar…

Tıpkı cadılar zamanındaki bir cadı gibi… iktidar için bugün de cadılar zamanı sürmektedir. Cadılar tezgahlarla, makinelerle, mengenelerle, zincirlerle, gürültülerle, patırtılarla, tiz çığlıklarla birlikte olmak zorundadır. Plafff… tritritritriii… vroommm hahaha! Tritritri, vrommvroomm… Mengene! Frufrufrufrufluuutttss… Pres! Paat! Matkap! Frufrufrufru… motor! Popopopo… kazanlar! Ploffploffploff…

Gürültü, curcuna, çığlık ne güzel! Ah, ah bu patronları siz yarattınız, kazancınız için… ve bende bundan yararlandım.

Sessizlik yeter artık! Kendi kendime gürültü yapacağım: Mengene: Frufrufru… Pres: Paat, paat… matkap frufrufru… kazanlar: ploffploffploff…

Gaz, gaz çıkıyor! Öksür: Öhö öhö öhöö!

Zincir: Ritmik zamanlamayla, ritmik olarak ilerle, vrınnn vroonngtraktrak tatata tatata fırrfırrrfırrr…

Yeter, yeter! Makineler dursun, susun!.. Sessizlik ne kadar güzel, bana bu sessizliği sağladığınız için teşekkür ederim, gardiyanlar… kesinlikle… Ah, nasıl tadını çıkarıyorum, zevk alıyorum… Dinleyin, ne tatlı, huzur verici… Ben cennetteyim… Gardiyanlar, yargıçlar, politikacılar umurumda bile değilsiniz… Asla beni delirtemeyeceksiniz, beni sağlam öldüreceksiniz… Mükemmel bir ruh ve beyinle… Böylece herkes katillerin devleti ve katillerin hükümeti olduğunuzu anlayacak, emin olacaklar.

Şimdiden cesedimi kaçırıp saklamanızı, kapıyı avukatlarıma engellemenizi görür gibiyim… Hayır, Ulrike Meinhofu göremezsiniz. Evet, kendini astı. Hayır, otopsiyi izleyemezsiniz. Hiç kimse. Sadece hükümetimizin bilirkişisi, o da zaten kararını verdi. Meinhof kendini astı. Ama boynunda boğulma izleri yok… Boynunda hiçbir morarma lekesi yok… Buna karşılık tüm vücudu çürük içinde… Öteye gidin, donun, bakmayın! Fotoğraf çekmek yasaktır, bilirkişi tutanağından bir şey sormak yasaktır. Cesedimi incelemek yasaktır. YASAK. Düşünmek yasak, tahmin etmek, konuşmak, yazmak yasak, hepsi yasak! Evet hepsi yasak! Ama kendi aptallığınızı, her katile özgü bu klasik aptallığınızı, kahkahalarınızı yasaklayamazsınız.

Cesedim bir dağ gibi ağır… Yüzbin ve yüzbin, ve yüzbinlerce kadın kolu bu kocaman dağı kaldırıp omuzlarına alırken sizin yerinizi sarsacak müthiş bir kahkaha atacaklar.

HAHAHA!

— — —

 

 

— — —

bir taş atılırsa, bu cezalandırılması gereken bir davranıştır; bin taş birden atılırsa bu politik bir eylemdir.

 

ulrike meinhoff—

Read Full Post »

1922 yılında bir Rus matematikçisi olan Alexander Friedmann bir keşif yaptı. Albert Einstein’ın görmezlikten geldiği ve başlangıçta kabul etmeyi reddettiği bir şeyi farketmişti: Evren genişliyor olabilirdi. Einstein, kozmoloji ilkesini uygulayarak kendi geliştirdiği genel görelilik (relativite) teorisindeki evrensel kütle çekimi denklemlerini basitleştirmiş ve görünüşte durağan olan bir evren modeli elde etmişti. Hatta evrenin kendi kütle çekimi ile kendi üzerine çökmesini engellemek için kozmik itme adını verdiği bir kuvvet bile icat etmişti. Freidmann, Einstein’ın basit bir matematiksel hata yaptığını, bu nedenle de Einstein denklemlerinin evrenin genişlemesine olanak sağlayan ve yeni bir kuvvete gereksinim duymayan çözümlerini gözden kaçırdığını farketti. Einstein da sonradan, kozmik itme gibi bir kuvvetin varlığını öngörmenin yaptığı en büyük hatalardan biri olduğunu ifade etti. 1964 yılında Penzias ve Wilson tarafından saptanan sabit bir parazitin varlığının, 1973 yılında bir U-2 casus uçağıyla dünyanın hareketine bağlı doppler etkisi yarattığı gözlemlenince genişleyen evren teorisi ispat edilmiş oldu. Oysa bu teorem Freidmann zamanında durağan evren modeline fazlaca konsantre olmuş bulunan zamanın meşhur kozmoloji uzmanlarınca pek kabul görmemişti. 1950 yılında bir radyo programında, durağan evren modelinin savunucularından Fred Hoyle rakip olarak gördüğü genişleyen evren teorisinden alaycı bir biçimde “büyük patlama / big bang” olarak söz etti. Bu deyim bir anda çok tuttu.

Akla Enrico Fermi’ye atfedilen şu sözler geliyor: Elinde dört veri noktası bulunan uyanık bir deneyci, bunlarla bir fili tanımlayabilir, hele beş veri noktası varsa, filin kuyruğunu sallamasını bile sağlayabilir.

/ Evrenin Kısa Tarihi

Read Full Post »

 

Tren İstasyonu

 

N. kentine varmayışım
tam zamanında oldu.

Uyarılmıştın
gönderilmeyen mektubumla.

Kararlaştırılan saatte
olmayabildin orada.

Tren 3. peronda durdu.
Bir sürü insan indi.

Yönünü çıkışa çevirdiğinden
kalabalığa katıldı yokluğum.

Bütün o telâşın içinde
birkaç kadın seğirtti
yerimi almak için.

Bir adam onlardan birine koştu.
Adamı tanımıyordum,
ama kadın tanıdı onu
hemen.

Onlar bizim olmayan dudaklarla
öpüşürlerken
bir bavul yok oldu,
benimki değil.

N. kentindeki tren istasyonu
sınavını geçti
nesnel varoluşta
akıp giden renklerle.

Her şey yerinde kaldı.
Yalnızlar acele ettiler
işaretli yollar boyunca.

Hattâ bir buluşma oldu
Planlandığı gibi.

Oradaki varlığımızın
Menzilinin ötesinde.

Olasılığın
kayıp cennetinde.

Bir başka yerde.
Bir başka yerde.
Nasıl da çınlamakta bu kısa sözcükler.

Wislawa Szymborska

(Çeviren: Baki Yiğit)

Read Full Post »

sayfa 87

Çarmıha Gerilen sen, benim yüreğimde gerildin çarmıha ve ellerine çakılan çiviler yüreğimin duvarlarını deldiler. Ve yarın bu Golgotha’dan bir yabancı geçtiğinde, burada kanayan iki kişi olduğunu bilmeyecek. Onu bir adamın kanı zannedecek.

(Golgotha: İsa’nın çarmıha gerildiği yer)

 

sayfa 88 (son)

Anlatarak tutsak ettiğim her düşünceyi, işlerimle özgür kılmalıyım.

Kutlu Dağ’dan söz edildiğini duymuş olabilirsin. O, dünyanın en yüksek dağıdır. Eğer doruğa varabilseydin, içinde yalnız bir arzu kalırdı, aşağıya inip en derin vadide oturanla birlikte olmak. O’na Kutlu Dağ denmesinin nedeni budur.

hALİL cİBRAN (Ruh Kardeşim! Bazen kalbimi o doruk, gözümü o zirve alıyor. Belki bir gün yanına gelirim.))

Read Full Post »

Older Posts »