bir yol hikayesi
Ürgüp’e gittim. Nasıl gittiğimi bile hatırlamayacak kadar küçükken. Benim hala bir köyünde otururdu o zamanlar. Hayatımda ilk kez (ve sanırım başka görmedim) bir köy görmenin heyecanı ve korkusu içindeydim.
Köylüler kayadan bozma evlerde yaşıyorlar. Halam da. Macera gibi. Evin içinde acayip şekiller, resimler duvarlara çizilmiş. Bildiğin tarihi eser. Bir tünel var, evin sahipleri bile sonuna kadar gitmeye cesaret edememiş, upuzun, karanlık bir yol.
Mutfakta tandırları var, taşa oyulmuş, ekmek teknesi de öyle. Millet -artık zaman ne zamansa – taşta hamur yoğururmuş. Bahçe büyük. Her bir bok var. Otun birini tutup çekiyorsun havuç çıkıyor. Hayatımda hiç o kadar şaşırdığımı hatırlamıyorum. Yeşili çek, turuncuya dönsün, olacak iş mi!??
Ortalık yumuşakça bir çeşit taşla dolu. Güven abi dediğim bi herif, beni eğlendirmek için onları çakısıyla düzeltip peri bacası, kedi köpek yapıp dururdu. Keşke saklayacak kadar aklım olsaymış…
Bir gün bindik eşeğin sırtına, yollandık bağa. Eniştemin arkasında eşeğin üstünde gidiyoruz. Eşek sürekli kuyruğunu sallayıp sırtıma vuruyor. Kamçı gibi canımı acıtıyor ama sesimi çıkarmıyordum. Gün yakıyor. Ortalık ışıktan kamaşmış, sapsarı parlıyor tepemde.
Bağa varıyoruz. Üzümlerin yetiştiği ufak ufak ağaçcıklar var. Ellerimizde keskin bıçaklar. Üzümlerin en kökünden bıçağı sallıyorsun. Bir kerede kesiyor. Üzümler bir salkım yakut gibi kalıyor elinde. Ömrümde bir daha öyle üzüm görmedim. Sonra sepetlere yerleştiriyorsun. Atamıyorsun zaten. Özen gösteriyorsun. O bir avuç üzüm öyle güzel ki bozulmasın diye kitap arasına koyduğun otlar kadar özeniyorsun.
Bir de devasa bir örümcek kaldı aklımda. benim elim, senin elinin yarısı eder muhtemelen, o kadar. Gece yatıcam. Perdede asılı bana bakıyor. Feryat figan halamı çağırıyorum. O, bir hamlede atıyor dışarı. Öpüyor anlımdan. Gerisini hatırlamıyorum.
Şimdi düşünüyorum, o insanlar naparmış o zaman. Sabah bağ, akşam bahçe. Anadolunun sıcak ama serin esintili yazları kadının yemenisini sıyırır ayışığında bahçede. Kuru toprak yanık yanık kokar. Şarap açılır, ışık söner sonra.
Herkes uykuya daldığında yıldızlar parlar gökyüzünde. Işıl ışıl şarkı gibi. Sessiz, sakin sabahı bekler.
Özge Doğan
__________
Arkadaşım; gir koluma ve dinle :
0302 model Mercedes otobüslere binerdik Trabzona gitmek için, o zamanlar otobüslerin gözleri de insanlar gibi biraz mahsun bakardı, artistlik bi bakıma günahtı…
Aman teker üstü olmasın; oniki saatlik yol teker üstünde kıvrık bacaklarla iyice yorardı… Annem yorulurdu esasında, biz kardeşimle kah bacaklarımızı toplardık kah annemin kucağına yatardık. Geceye alınırdı bilet ve sabah oraya varırdık. Trabzon’a inince köye varmak için kıvrıla kıvrıla tırmanan yarım saatlik bi yol kalırdı geriye. Kızılağaçlıklar kahvesi; köy otobüsü de buraya kadar getirir. Eve varmak için yirmi dakika daha taban tepmek gerekir.
(Bu yolun tam yarısında bi köşk vardır; Kaptan’ın köşkü; yüksek taş duvarlarla ayrılır yoldan, bahçesinde envai çeşit ağaç ve bi yerinde bi yol sağı solu ağaçlarla gizlenmiş; aşıklar yolu. Sanırım aşk gösterilecek değil gizlenecek bi şey ve sanırım insanlar onun için diyorlar, ah nerde o eski aşklar)
Sabahları bi kuş öter orda, ötüşü karakteristiktir, her gelene hoş geldin der sanki, hoş eder insanı. Hava oksijen dolu, etraf yemyeşil, sen şehirlisin derdi o kuş bana ve biz şehirliler mühimdik. Demir bi kapı aralanır, iki katlı taş ev görünür, annanem hep kapıda karşılardı bizi.
(Şimdi burda ve ben onun ilk gözağrısıyım ve hala ciğerim, ciğerim diye seviyor beni).
Köyün adı Zafanoz (yeni bi ad koymuşlar Bulak diye ama Zafanoz yer etmiş), bi üst köyün adı Kavala, Rumtusların, Pontusların izi var bu topraklarda.
İki-üç tane inekleri olurdu annanemlerin ama bir tanesi demirbaştı: Şenay! Tanrım, Buda’ya ilham verenin bi inek olduğuna eminim, o sadece vardır ve vardır. İnekleri otlatmaya götürürdük teyzemle, dedemin fındık bahçelerine; birinin adı Minas, bir diğeri Atom ve ötekine de evinaltı denirdi. Minasta meyve ağaçları bol olurdu, bitiminde iskeleti kalmış taş bi yapı. Elmaları o kadar ekşidir ki tuz dökünce tatlanır, karınca armudu vardır bi de, küçük, sapsarı, hoş kokulu ve olgunlaşmışsa iyice, bi yanağı hafiften kızarmış bi meyve.
Atom’da geniş bi düzlük bulunur, yer yer kayalar, ama çıkıntı değil, toprak bitiyor ve taş başlıyor bi öbek ve onun üstünde yetişen kekikler, dağ kekiği, yaban bi erik ağacı bulunurdu dipte, sapsarı erikler. Beştaş oynardık teyzemle. Şimdi bana sorsalar çocukken bilgisayarla mı oynamak isterdin beştaşla mı, kesinlikle beştaşı seçerdim. Tanrım ne kadar az şey vardı ve ne kadar az can sıkıntısı.
Zafanoz’un Amofta’sı (çileği) meşhurdur. Burada çarşıdan, pazardan aldığın çileklere benzemez. Hani pazar işi aşksa, bu tutkudur. Hanefta vardır bi de. Dağ çileği. Yabanidir, ender bulunur, çok hoş bi tadı ve kokusu vardır. Laf aramızda bi kadından hoşlanınca ona bu ismi hediye ederim, bi de kız çocuklarına. Reçelinden yemelisin, bahse girerim ki en güzel reçellerden biridir. Salatalıklar pütürlüdür, eğri büğrü, domatesler bir boy değildir, ama hakikidir, ve biz şu mühimmatlı şehirliler ne çok kandırılıyoruz bi bilsen. Felsefeyi sebzeden, meyveden, çocuktan öğrenmek gerek, dümdüz ve pürüzsüz bi hakikat aramak yerine pütür arayalım, tat ve koku arayalım derim.
Evin bahçesinde bi elma ağacı vardır, bi dalı salıncak kurmak için uzanmıştır sanki, boş bi çuval iki ipin arasında iki defa katlanır, içine gömülürsün, hamakla salıncak karışımı bi şey.
Keşke tekrar çocukluğuma karışabilsem ya da o bana karışsa. Amacım bu sanırım; karış karış da olsa tekrar oraya varmak!
Tavuklar olurdu ve ahırın, mereğin, siranderin, samanlığın muhtelif yerlerine yumurtlarlardı, çocukken en büyük zevklerimden biri de o gizli noktaları bulmaktı, bi keresinde bi yer keşfettim birikmiş on-onbeş tane yumurta, gerçek bi hazineydi benim için. Ve evet yumurta! Ve evet Özge onun da sahtesini yiyoruz. Sarısı sarı gibi değil turuncu gibi ve evet orada tavuklar bile hakikati yumurtluyorlar.
Elektrik de yoktu çocukken, lüks lambası, o da karanlıktan bi saat sonra söner ve uyku hiç kaçmazdı o zamanlar, gelir usulca koynuna girerdi.
Karpuz bile karpuzdu be, böyle kumlu kumlu, şekerli şekerli…
Çöp yoktu o zamanlar biliyor musun, armudun sapı, üzümün çöpü, onu da inekler yerdi, bi kaç teneke uğrardı, onlar da saksı olurdu.
Fındık; yağ fındığı vardır başı sivri, mincane, kan fındığı (tazeyken kırmızıdır), pikola (cüce fındık)… Kışın sobanın gözünde kavurursun.
Mart, Abril, Kiraz ayı, Orak ayı ve geldik Ağustosa; Fındık ayı. Fındıklar toplanır ama bazıları kurnazdır gizlenmesini iyi bilirler. Ve ganzelise çıkarsın, istediğin bahçede bulduğun senindir.
Fındıklar toplandığında tazedir, onları harmana serersin, kururlar, olurlar. Ve fındık toplarken yapılacak en büyük hata ağzına bir fındık atmaktır, taze fındık eroin gibi bağımlılık yapar.
Akşam olunca ateş böcekleri sarardı etrafı, bi arı vardır, iri, yabani gibidir, renkli mi renkli, sokmadığı söylenir ama hep korkardım. Sinek kuşları; kuşmuydu gerçekten onlar ya da kanat çırpmadan durdukları bi halleri var mı hala bilemiyorum.
Rutubetlidir oralar, ilk geçirdiğin gece nemli, ıslak gelir sana yatak, yorgan, ama ikinci gün sevdirir kendini.
Mustafa abi vardı, annemin kuzeni, fındık ayı bitince, sis çöker, nem çöker, hava bile ıslaktır artık. Bıldırcınların göç mevsimidir. Ama uçarken havada ıslanmışlar, ağırlaşmışlar, çökmüşlerdir fındıklıkların orasına, burasına. Mustafa’nın bi elinde 3-4 metre uzunluğunda bi sopa, sopanın ucunda bi kepçe, diğer elinde lüks lambası dolanırdık fındıklıkları gece gece. Bıldırcınlar ışığı gördükleri zaman 3-5 saniye apışırlar ve lank diye indirirdi Mustafa kepçeyi, maharetliydi, ben kuşları bile göremezken.
O zamanlar bir araba geçti mi yoldan benzin kokusunu duyardın, biraz yolların azizliğinden, e yollar bile pütürlüydü, ama sanırım esas neden havanın saflığıydı.
Oranın çocukları telden araba yaparlardı, araba yerde, bi fındık dalı ve tepesinde direksiyon, o da telden, direksiyonu çevirirsin, arabanın tekerlekleri döner, bi çocuk vardı şenol diye (kaleci şenol kaç çocuğa ismini vermiştir acaba) tır yapardı, otobüs yapardı telden, en son gittiğimde bi okul servisinin şoförüydü, diyolar ya sevdiğin işi yapacaksın diye, şans eseri karşılaştık ve o servise bindim, ve o çocuğu gördüm direksiyonun başında, telden arabasını sürüyordu hala.
Sabah öten kuşun ismini öğrendim şimdi annanemden; önce bi öttüriim bak: cik cik cik cugucugucugu cik cik cik! Mustafacuk kuşu!
Annemin halası vardı yeni bi ev yaptırmışlardı, eski ev arada kullanılırdı, fırınında karayemiş kurutulur, kiraz gibi de üzüm gibi bi sürü, kadınlar o evde yufka açardı, o sıcacık yufkanın içine trabzon tereyağı; nori yosununa sarılmış, hijikiyle marine edilip, porto şarabıyla fermante edilmiş minekop balığına bin basmassa ne oliim.
Böğürtlene mora denir; ve onun tadına bakmak isteyen illaki dikeninin de tadına bakar.
Kusura bakma Ay Tatlısı arkadaşım, senin gibi bütün bütün anlatamadım, nokta nokta geveledim, umarım noktaları birleştirince bi inek ve ineğin peşinden koşan bi çocuk ortaya çıkar…
Köksal Erdenoğlu
Read Full Post »