Feeds:
Yazılar
Yorumlar

Archive for Eylül 2008

De Ja Vu…

(deja vu)
“Ey sevgili insanlar,
denizi balıklar gibi doldurmak için mi çoğalmıştınız?…
Ey kudretli Tanrılar,
dünyayı, dağlardan inen aslanlar gibi parçalamak için mi
yaratmıştınız?…
Yoksa, … ölüm insana verilen en kutsal hediye midir?…”

“Ey Enlil, Ey bulutları güden;
Bir zaman bir ev yaparız, bir zaman bir ağ
atarız… Bir zaman usulca pay ederiz, bir zaman
vahşice cenk ederiz… Bir zaman balıkçıl kuşları
uçar, nehrin yüzü Şamaş’ın yüzüne bakar… Bir
zaman nehir taşar, bütün şehri su basar… Bir
mahlukun içinde köpüren bir hiddet var, bir
mahluk kendini nimet olarak sunar… Ezelden
beri hiçbir şeyde görülmez ne sükûnet, ne
karar… Ey Enlil, kızgın ölüm insanı daima
arkadan yakalar.

GILGAMIŞ DESTANI

 

 

Read Full Post »

bir yol hikayesi

Ürgüp’e gittim. Nasıl gittiğimi bile hatırlamayacak kadar küçükken. Benim hala bir köyünde otururdu o zamanlar. Hayatımda ilk kez (ve sanırım başka görmedim) bir köy görmenin heyecanı ve korkusu içindeydim.

Köylüler kayadan bozma evlerde yaşıyorlar. Halam da. Macera gibi. Evin içinde acayip şekiller, resimler duvarlara çizilmiş. Bildiğin tarihi eser. Bir tünel var, evin sahipleri bile sonuna kadar gitmeye cesaret edememiş, upuzun, karanlık bir yol.

Mutfakta tandırları var, taşa oyulmuş, ekmek teknesi de öyle. Millet -artık zaman ne zamansa – taşta hamur yoğururmuş. Bahçe büyük. Her bir bok var. Otun birini tutup çekiyorsun havuç çıkıyor. Hayatımda hiç o kadar şaşırdığımı hatırlamıyorum. Yeşili çek, turuncuya dönsün, olacak iş mi!??

Ortalık yumuşakça bir çeşit taşla dolu. Güven abi dediğim bi herif, beni eğlendirmek için onları çakısıyla düzeltip peri bacası, kedi köpek yapıp dururdu. Keşke saklayacak kadar aklım olsaymış…

Bir gün bindik eşeğin sırtına, yollandık bağa. Eniştemin arkasında eşeğin üstünde gidiyoruz. Eşek sürekli kuyruğunu sallayıp sırtıma vuruyor. Kamçı gibi canımı acıtıyor ama sesimi çıkarmıyordum. Gün yakıyor. Ortalık ışıktan kamaşmış, sapsarı parlıyor tepemde.

Bağa varıyoruz. Üzümlerin yetiştiği ufak ufak ağaçcıklar var. Ellerimizde keskin bıçaklar. Üzümlerin en kökünden bıçağı sallıyorsun. Bir kerede kesiyor. Üzümler bir salkım yakut gibi kalıyor elinde. Ömrümde bir daha öyle üzüm görmedim. Sonra sepetlere yerleştiriyorsun. Atamıyorsun zaten. Özen gösteriyorsun. O bir avuç üzüm öyle güzel ki bozulmasın diye kitap arasına koyduğun otlar kadar özeniyorsun.

Bir de devasa bir örümcek kaldı aklımda. benim elim, senin elinin yarısı eder muhtemelen, o kadar. Gece yatıcam. Perdede asılı bana bakıyor. Feryat figan halamı çağırıyorum. O, bir hamlede atıyor dışarı. Öpüyor anlımdan. Gerisini hatırlamıyorum.

Şimdi düşünüyorum, o insanlar naparmış o zaman. Sabah bağ, akşam bahçe. Anadolunun sıcak ama serin esintili yazları kadının yemenisini sıyırır ayışığında bahçede. Kuru toprak yanık yanık kokar. Şarap açılır, ışık söner sonra.

Herkes uykuya daldığında yıldızlar parlar gökyüzünde. Işıl ışıl şarkı gibi. Sessiz, sakin sabahı bekler.

 

Özge Doğan

__________

isister 

 

Arkadaşım; gir koluma ve dinle :

0302 model Mercedes otobüslere binerdik Trabzona gitmek için, o zamanlar otobüslerin gözleri de insanlar gibi biraz mahsun bakardı, artistlik bi bakıma günahtı…

Aman teker üstü olmasın; oniki saatlik yol teker üstünde kıvrık bacaklarla iyice yorardı… Annem yorulurdu esasında, biz kardeşimle kah bacaklarımızı toplardık kah annemin kucağına yatardık. Geceye alınırdı bilet ve sabah oraya varırdık. Trabzon’a inince köye varmak için kıvrıla kıvrıla tırmanan yarım saatlik bi yol kalırdı geriye. Kızılağaçlıklar kahvesi; köy otobüsü de buraya kadar getirir. Eve varmak için yirmi dakika daha taban tepmek gerekir.
(Bu yolun tam yarısında bi köşk vardır; Kaptan’ın köşkü; yüksek taş duvarlarla ayrılır yoldan, bahçesinde envai çeşit ağaç ve bi yerinde bi yol sağı solu ağaçlarla gizlenmiş; aşıklar yolu. Sanırım aşk gösterilecek değil gizlenecek bi şey ve sanırım insanlar onun için diyorlar, ah nerde o eski aşklar)
Sabahları bi kuş öter orda, ötüşü karakteristiktir, her gelene hoş geldin der sanki, hoş eder insanı. Hava oksijen dolu, etraf yemyeşil, sen şehirlisin derdi o kuş bana ve biz şehirliler mühimdik. Demir bi kapı aralanır, iki katlı taş ev görünür, annanem hep kapıda karşılardı bizi.
(Şimdi burda ve ben onun ilk gözağrısıyım ve hala ciğerim, ciğerim diye seviyor beni).

Köyün adı Zafanoz (yeni bi ad koymuşlar Bulak diye ama Zafanoz yer etmiş), bi üst köyün adı Kavala, Rumtusların, Pontusların izi var bu topraklarda.

İki-üç tane inekleri olurdu annanemlerin ama bir tanesi demirbaştı: Şenay! Tanrım, Buda’ya ilham verenin bi inek olduğuna eminim, o sadece vardır ve vardır. İnekleri otlatmaya götürürdük teyzemle, dedemin fındık bahçelerine; birinin adı Minas, bir diğeri Atom ve ötekine de evinaltı denirdi. Minasta meyve ağaçları bol olurdu, bitiminde iskeleti kalmış taş bi yapı. Elmaları o kadar ekşidir ki tuz dökünce tatlanır, karınca armudu vardır bi de, küçük, sapsarı, hoş kokulu ve olgunlaşmışsa iyice, bi yanağı hafiften kızarmış bi meyve.
Atom’da geniş bi düzlük bulunur, yer yer kayalar, ama çıkıntı değil, toprak bitiyor ve taş başlıyor bi öbek ve onun üstünde yetişen kekikler, dağ kekiği, yaban bi erik ağacı bulunurdu dipte, sapsarı erikler. Beştaş oynardık teyzemle. Şimdi bana sorsalar çocukken bilgisayarla mı oynamak isterdin beştaşla mı, kesinlikle beştaşı seçerdim. Tanrım ne kadar az şey vardı ve ne kadar az can sıkıntısı.

Zafanoz’un Amofta’sı (çileği) meşhurdur. Burada çarşıdan, pazardan aldığın çileklere benzemez. Hani pazar işi aşksa, bu tutkudur. Hanefta vardır bi de. Dağ çileği. Yabanidir, ender bulunur, çok hoş bi tadı ve kokusu vardır. Laf aramızda bi kadından hoşlanınca ona bu ismi hediye ederim, bi de kız çocuklarına. Reçelinden yemelisin, bahse girerim ki en güzel reçellerden biridir. Salatalıklar pütürlüdür, eğri büğrü, domatesler bir boy değildir, ama hakikidir, ve biz şu mühimmatlı şehirliler ne çok kandırılıyoruz bi bilsen. Felsefeyi sebzeden, meyveden, çocuktan öğrenmek gerek, dümdüz ve pürüzsüz bi hakikat aramak yerine pütür arayalım, tat ve koku arayalım derim.

Evin bahçesinde bi elma ağacı vardır, bi dalı salıncak kurmak için uzanmıştır sanki, boş bi çuval iki ipin arasında iki defa katlanır, içine gömülürsün, hamakla salıncak karışımı bi şey.
Keşke tekrar çocukluğuma karışabilsem ya da o bana karışsa. Amacım bu sanırım; karış karış da olsa tekrar oraya varmak!

Tavuklar olurdu ve ahırın, mereğin, siranderin, samanlığın muhtelif yerlerine yumurtlarlardı, çocukken en büyük zevklerimden biri de o gizli noktaları bulmaktı, bi keresinde bi yer keşfettim birikmiş on-onbeş tane yumurta, gerçek bi hazineydi benim için. Ve evet yumurta! Ve evet Özge onun da sahtesini yiyoruz. Sarısı sarı gibi değil turuncu gibi ve evet orada tavuklar bile hakikati yumurtluyorlar.

Elektrik de yoktu çocukken, lüks lambası, o da karanlıktan bi saat sonra söner ve uyku hiç kaçmazdı o zamanlar, gelir usulca koynuna girerdi.

Karpuz bile karpuzdu be, böyle kumlu kumlu, şekerli şekerli…

Çöp yoktu o zamanlar biliyor musun, armudun sapı, üzümün çöpü, onu da inekler yerdi, bi kaç teneke uğrardı, onlar da saksı olurdu.

Fındık; yağ fındığı vardır başı sivri, mincane, kan fındığı (tazeyken kırmızıdır), pikola (cüce fındık)… Kışın sobanın gözünde kavurursun.

Mart, Abril, Kiraz ayı, Orak ayı ve geldik Ağustosa; Fındık ayı. Fındıklar toplanır ama bazıları kurnazdır gizlenmesini iyi bilirler. Ve ganzelise çıkarsın, istediğin bahçede bulduğun senindir.

Fındıklar toplandığında tazedir, onları harmana serersin, kururlar, olurlar. Ve fındık toplarken yapılacak en büyük hata ağzına bir fındık atmaktır, taze fındık eroin gibi bağımlılık yapar.

Akşam olunca ateş böcekleri sarardı etrafı, bi arı vardır, iri, yabani gibidir, renkli mi renkli, sokmadığı söylenir ama hep korkardım. Sinek kuşları; kuşmuydu gerçekten onlar ya da kanat çırpmadan durdukları bi halleri var mı hala bilemiyorum.

Rutubetlidir oralar, ilk geçirdiğin gece nemli, ıslak gelir sana yatak, yorgan, ama ikinci gün sevdirir kendini.

Mustafa abi vardı, annemin kuzeni, fındık ayı bitince, sis çöker, nem çöker, hava bile ıslaktır artık. Bıldırcınların göç mevsimidir. Ama uçarken havada ıslanmışlar, ağırlaşmışlar, çökmüşlerdir fındıklıkların orasına, burasına. Mustafa’nın bi elinde 3-4 metre uzunluğunda bi sopa, sopanın ucunda bi kepçe, diğer elinde lüks lambası dolanırdık fındıklıkları gece gece. Bıldırcınlar ışığı gördükleri zaman 3-5 saniye apışırlar ve lank diye indirirdi Mustafa kepçeyi, maharetliydi, ben kuşları bile göremezken.

O zamanlar bir araba geçti mi yoldan benzin kokusunu duyardın, biraz yolların azizliğinden, e yollar bile pütürlüydü, ama sanırım esas neden havanın saflığıydı.

Oranın çocukları telden araba yaparlardı, araba yerde, bi fındık dalı ve tepesinde direksiyon, o da telden, direksiyonu çevirirsin, arabanın tekerlekleri döner, bi çocuk vardı şenol diye (kaleci şenol kaç çocuğa ismini vermiştir acaba) tır yapardı, otobüs yapardı telden, en son gittiğimde bi okul servisinin şoförüydü, diyolar ya sevdiğin işi yapacaksın diye, şans eseri karşılaştık ve o servise bindim, ve o çocuğu gördüm direksiyonun başında, telden arabasını sürüyordu hala.

Sabah öten kuşun ismini öğrendim şimdi annanemden; önce bi öttüriim bak: cik cik cik cugucugucugu cik cik cik! Mustafacuk kuşu!

Annemin halası vardı yeni bi ev yaptırmışlardı, eski ev arada kullanılırdı, fırınında karayemiş kurutulur, kiraz gibi de üzüm gibi bi sürü, kadınlar o evde yufka açardı, o sıcacık yufkanın içine trabzon tereyağı; nori yosununa sarılmış, hijikiyle marine edilip, porto şarabıyla fermante edilmiş minekop balığına bin basmassa ne oliim.

Böğürtlene mora denir; ve onun tadına bakmak isteyen illaki dikeninin de tadına bakar.

Kusura bakma Ay Tatlısı arkadaşım, senin gibi bütün bütün anlatamadım, nokta nokta geveledim, umarım noktaları birleştirince bi inek ve ineğin peşinden koşan bi çocuk ortaya çıkar…

 

Köksal Erdenoğlu

 

 

 

Read Full Post »

Jesus…

bi işlem

74 : 6 = 12,333333333…

bi hikaye:

Doğunun ortasında bi şehir, jerusalem, nam-ı diğer kudüs ve onun sıfır noktasında sarışın değil, karaşın bir adam: İsa !

Soyadım Erdenoğlu ve erden bakire demek ve yazgı işte; İsa içimde dirilecek!

Oniki lavukla bi masaya oturdum, masada üzüm suyu ve sert tohumdan doğmuş yumuşak bi somun, lavuklara bunların kanım ve etim olduğunu söyledim, inandılar, ne desem inanıyorlar zaten, ne kadar da inanmaya muhtaçlar! Ama içlerinden biri ters bi çocuk; Judas!

Dün yanıma geldi ve yanağımdan öperek beni yahudilere ispiyonladı, yahudiler beni üç kağıtçı zannediyorlar; bu doğru, ama tıpkı şu küsuratın sonu gibi sonsuz üç kağıtçıyım ben.
Evet Judas beni öptü, ama bak şimdi karayı bulacak, iki elimle yanaklarını kavradım ve dudaklarından öptüm onu, dahası da var: dilimle kalbinin kilidini çözdüm.

Kırk gündür çarmıhtayım, ve Judas her gün yanıma geldi, her gün af diledi benden ve ben onu her gün affettim, dedim ya sonsuz üç kağıt içinden karayı buldu o; kendini affedemedi!

Yes; Jesus Christ! Yes; SuperStar!!!

 

 

 

 

Read Full Post »

İsmi olup da cismi olmayan dört şey geldi aklıma; nokta, şimdi, ateş ve gölge…
Nokta; kendi yokluğundan sonsuzluk doğuran bir bukelamun, her bi şey sonsuz noktadan oluşmaktadır…
Geçmişle geleceğin birbirine yapiştığı yer; Şimdi? O yoktur; yakalanmaz yani, ve ama sanki onun dışında da hiçbirşey yoktur…
Gölge ve Ateş mi;
Gölgem ateşe düştü;
Gölgem yandı tutuştu;

 

Bir Maya Tanrıçası karıştı söze:

Bir de rüzgar var unuttuğun. Cisimsizlerin en delisi. Gölgeni senden ve ateşten kurtaran. Derler ki rüzgar ateşi arttırdı. Valla yalan billa yalan. Ateş rüzgarı görünce dans etmeye başladı ve o anda gölge özgür oldu.

 

 

 

Gölün maya tutacağını biliyodum;

Gölün hemen kıyısından bi patikaya saptım; Mevlana’yla karşılaştım, eşeğe ters binmişti, ama beni şaşırtan eşeğe ters binmesi değil de eşeğin geri geri gitmesiydi; (mevlana1: eşek perisi, peri olan eşekti belki de bilemiyorum) bugün Allah için ne yaptın diye sordu ( o tanrıya Allah der, bozmayalım jargonu), Allah için bir Jeep havaya uçurdum dedim, Jeeplerin havaya uçurulması gerektiğine yürekten inanıyorum; bi de düdük çaldım dedim, o kadar parayı nerden buldun diye sordu, bir metre pembeyi 3 metre fiyatına sattığımı nasıl söylerdim bu bilge kişiye… Ne istersin diye sordu, acelem var; kazan doğurtmaya gidiyorum (mevlana2: kazan ebesi);
“Vızılda be adam; çamurumda altın bulmak istiyorum” “Respect” dedi mevlana; “Arısın ya, bal yapıyosun ya” diyerek durumu kurtardım bir parça; “Öğüt mü? Ben ferrarimi sattım, eşek aldım” dedi; “atıyosun” dedim; “evet attım galiba” dedi;
“Un olmak, ekmek olmak, serçelere yem olmak için mi? Yürü git gölgenden güneş bul!”
Altın bulmak umuduyla çamura yattım; “kolaysa sen bul”; “Respect” dedi mevlana again and again; “güneşimden kaç” , “gölgeme basıyosun”… Dünyayı kurtaramıyosan durumu kurtar again and again; “e, şey, efendim, bi maruzatım vardı, kolaysa siz bulabilir misiniz”, keşke bunu söylerken sırıtmasaydım diye düşündüm önce, ama sonra iyi ki sırıtmışım dedim, çünkü mevlana ayar oldu birden; hadi ayar ol mevlana, e-nel hak mevlana, 24 ayar ol, tanrının götü kalkık mevlana… hadi mevlana dibe daldım nefessizim, bir şeyin ne kadar yüksek olduğunu anlamak için ona dipten bakmak gerekir… titredi mübarek adam: “Bu neyin sesi ateştir, hava değil, kimde bu ateş yoksa YOKOLSUN!” (Mevlana3; tanrı lokumu, lokum dinamiti); “bunun için dönüyorsun değil mi? Rüzgar için… O ateşi dansettirmek için…

 

 

Read Full Post »

(Bi gün Narsisizm takılmıştı aklıma, meydan-larousse’ye baktım, mitolojik hikayeyi gözden geçireyim diye; Kahramanımız güzelliği dillere destan Narkissos; bir gün suyun başına gider, kendi yansımasına aşık olur, kendine kavuşamayacağını anlayınca mum gibi erir ve ölür. Öldüğü yerde bir çiçek biter: Nergis (bu hoş kokulu narin çiçek) vakitsiz ölümler için kullanılır. Nergisin hikayesini öğrenmek hoşuma gitmişti…
Simyacı’nın girişinde bir hikayeye rastladım, Narkissos’un hikayesi mükemmel bir eksiklikti sanki ve bu hikaye onu mükemmel bir şekilde tamamlıyordu):

Bir kervancının getirdiği kitabı eline aldı Simyacı.Kapağı yoktu kitabın, ama gene de yazarının kim olduğunu anladı: Oscar Wilde’dı yazar. Kitabın sayfalarını karıştırırken, Narkissos’u anlatan bir öyküye rastladı.
Narkissos’un, kendi güzelliğini her gün bir gölün sularında seyretmeye giden bu yakışıklı delikanlının efsanesini biliyordu Simyacı. Bu delikanlı kendi görüntüsüne öylesine vurgunmuş ki, günün birinde göle düşüp boğulmuş. Onun göle düşüp boğulduğu yerde de bir çiçek açmış, bu çiçeğe nergis adı verilmiş.
Ama kendi yazdığı öyküyü böyle bitirmiyordu Oscar Wilde.
Tatlı su gölünün kıyısına gelen orman tanrıçaları Oreas’ların, gölü bir acı gözyaşı kavanozuna dönüşmüş olarak bulduklarını yazıyordu Oscar Wilde.
-Neden ağlıyorsun? diye sormuş Oreas’lar.
-Narkissos için ağlıyorum, diye yanıtlamış göl.
-Ne var bunda şaşılacak, demiş bunun üzerine orman tanrıçaları. Bizler ormanlarda boşu boşuna onun peşinde dolaşır dururduk, ama onun güzelliğini yalnızca sen görebilirdin yakından.
-Narkissos yakışıklı bir genç miydi? diye sormuş göl.
-Bunu senden daha iyi kim bilebilir ki? diye karşılık vermiş iyice şaşıran Oreas’lar. Her gün senin kıyılarına gelip sularına bakıyordu!
Göl bir süre sessiz kalmış.Sonra şöyle konuşmuş:
-Narkissos için ağlıyorum, ama onun yakışıklı olduğunu hiç farketmemiştim ben. Narkissos için ağlıyorum, çünkü sularıma eğildiği zaman, gözlerinin derinliklerinde kendi güzelliğimin yansımasını görebiliyordum.

-İşte çok güzel bir hikaye, dedi Simyacı.

 

Paulo Coelho

 

 

Read Full Post »

Nokta.

Nokta.

Sonsuzluk istediğinde sana sonsuzluk versin (her bi şey; bi nokta bile sonsuz noktadan oluşmaktadır), son istediğinde son…

( : ) , ( ; ) , ( ? ) , ( . ) , ( ! ) , ( … ) ; kılıktan kılığa girsin, sessiz ve sözsüz anlatsın seni; virgül mü, bakma sen; o bile noktanın kuyruklusu…

Güzeli güzel yapan bir çift nokta.

Parmağınla dokunabilirsin ona, fazla bastırma ama!

Hayat işte; bir noktada biter herşey; ama bir noktadan başlamak da var…

Gün gelir toplamak değil de çarpmak istersen hayatı bir nokta sana yeter.

Altı noktayla bitirmek gerek bazı cümleleri; bazı cümleler gerçekten kör……

 

Read Full Post »

“TASARLANMIŞ KÖTÜLÜK CAZİPTİR”
“kendini mahkûm etmeyen insan kendini
sonuna kadar sevemez de”
Baudelaire

Andre Gide ile yapılan bir söyleşide, İsviçre’de neden büyük romanın olmadığı sorulur. Gide, “Çünkü orada cinayet yok,” der. Bu cevap, genelde sanatın özelde ise yazının neyin üzerine temellerini kurduğu ve yükseldiğinin de işaretidir. Cinayetin, kötülüğün ve haksızlığın olduğu yerde sanat bütün görkemiyle ortaya çıkar. Salt iyiliğin işlendiği, her hareketin iyilikle karşılık bulduğu bir sanat düşünülemez. En basit anlamıyla “dramatik öz”ün bir gereğidir bu. Sanat öz olarak iyiliği değil kötülüğü anlatır -bu özdeki “çatışma”dan da kaynaklanır. Fakat iyiliğe çare olmak ister. Bu yüzdendir ki yazılı ve görsel birçok eserde kötü olan sonuçta cezalandırılır. Aristoteles’in deyimiyle bu bir “katharsis” (arınma)dir.

İyi insanların dünyasında, kötü kazanamaz. Sheakespeare’in kötü kişisi Richard bütün işlediği cinayetlere rağmen savaşta ölür. Jean Genet, iyilerin dünyasında sürekli cezalandırılır. Marguis De Sade’ın düşleri bile yasaklanır ve yıllarca ıslah olması için hapishaneye atılır. O da iyilerin dünyasında kendine bir yer bulamamış ya da bulmamıştır. Ancak, düşleri insanları tutsak almış ve içlerindeki kötülüğü ortaya çıkarmaya yönlendirmiştir. Baudelaire, Kötülük Çiçekleri’ni yazarak kendini mahkûm etmiştir. Bu yüzden de kendini sonuna kadar sevmektedir. Sartre, Baudelaire için, “Kötülük için kötülük yapmanın tam anlamı şudur: Hâlâ iyilik olarak kabul edilenin tam tersini kasıtlı olarak yapmak. Kötülük, istenmeyeni istemek, isteneni de istememektir. Baudelaire’in tutumu tam olarak böyledir.” der. Baudelaire’in şiiri ile kötülük iç içedir.

Goethe’nin Faust’unda her türlü yaradılışın kökeni kötülüktür. Faust dünyanın gizine varmak uğruna ruhunu şeytana satar, yani iyiliğin masumiyetine karşı kötülüğün tutkusuna, kapılar açan sırrına gömülür. Faust, yıkıcı güçlerle iş görerek dünyada bir şey yaratabileceğine inanmaktadır. Oscar Wilde’ın kendi güzelliğine tapan kişisi Dorian Gray kötülükle beslenir ve kötülük onun güzelliğine güç katar. Kötülüğü kendine erdem sayar. Suçluluk duymaz hiçbir zaman. Kötü bir kişi olduğu, çevresi tarafından bilinmesine rağmen yine de onlar tarafından hep cazibe merkezi olur. Edebiyatın kötüyle, kötülükle olan ilişkisinin listesi oldukça uzayabilir. Her bir isim başlı başına bir yazının konusu olabilir.

Peki nedir kötülük? Çerçevesi oldukça geniş bir kavrama farklı birçok anlam yüklenebilir. Ancak bütün anlamlar her defasında eksik ve öznel kalır. Sınırları belirsizdir çünkü. Acı duyabilen bir varlığı incitmek kötülüktür. Kötülük dolaysız olarak zihin tarafından kavranır ve duygular tarafından hissedilir. Kasıtlı olarak verilen acı duyumsanır. Kötülük soyut olmanın ötesinde her zaman bir varlığın çektiği acı temelinde duyumsanır. Kötülük nasıl algılanıyorsa odur aslında. Daha çok tasarlanmış kötülük caziptir, tutkuludur ve hayranlık uyandırır.

Dostoyevski, Karamazov Kardeşler romanında kötülüğü en dolaysız haliyle İvan ve Alyoşa arasındaki konuşmada ele alır: “hayalinde canlandır bakalım: Daha memede olan bir çocuk, elleri tiril tiril titreyen annesinin kucağında. Etraflarını içeriye giren yabancılar almış. Akıllarına çok eğlenceli bir şey gelmiş. Çocuğu okşuyorlar. Onu güldürmek için kahkahalar atıyorlar. Sonunda çocuk gülmeye başlıyor. İşte o sırada adamlardan biri tabancayı çocuğa doğru tutuyor; bebeğin yüzüne dört karış mesafeden nişan alıyor. Çocuk sevinçle kahkahalar atıyor, küçük ellerini tabancayı tutmak için uzatıyor, işte o zaman o büyük sanatçı tetiği çekip tam yüzüne ateş ederek çocuğun başını parçalayıveriyor… şimdi söyle bu işte ince bir sanat yok mu?”

Georges Bataille de bu yazının temelini oluşturan Edebiyat ve Kötülük kitabında kötülüğü şöyle anlamlandırır: “Kötülük, karşıtların çakıştığı noktada ve aklın sınırları içinde kaldığı sürece, doğal düzenle kaçınılmaz biçimde karşıtlaşan öğe değildir. Ölüm yaşamın koşulu olduğuna göre, özü itibariyle ölüme bağlı olan Kötülük de, anlaşılmaz bir biçimde varlığı oluşturan ilkelerden biri halini alır. Varlık Kötülüğe adanmamıştır; ancak eğer becerebiliyorsa kendini aklın sınırları içinde bırakmamalıdır… Kötülük, aslında bir tür meydan okuma olan ölümün cazibesini yansıttığı sürece -erotizmin bütün biçimlerinde olduğu gibi- olsa olsa gizli bir yenilginin nesnesi sayılabilir. Bu Kötülük, muzaffer edayla taşınan Kötülük’tür.” Tam da bu noktada özellikle, M.D.Sade’ın ve Jean Genet’nin kötülüğü nasıl muzaffer bir edayla taşıdıkları ve bu muzaffer edanın içinde nasıl bir hayranlık uyandırdıkları görülmelidir. Ancak, hayranlığın sevmekten çok, yerinde olma isteğiyle dolu olduğu, bilinir.Hayranlık karşı tarafın cesaretine bir ödüldür.

 

Kötülük yıkımdır . Yıkar ve yeniden kurma gereği duymaz… Özgür olmak için zincirlerinden boşanma gerekmektedir . Bir isyan biçimidir. Çünkü kendini o dünyadan hissetmez. Parçalar ama onarmaz. Koparır ama bağlamaz.

Jean Genet Açık Düşman kitabında onunla yapılan bir röportajda “Kötülüğü o şekilde yaşayacaksınız ki iyiliği simgeleyen toplumsal güçler sizi ele geçirmesin” der. Hayatının sonuna kadar da iktidara karşı bir mücadele biçimi olarak kötülüğü, kötü olmayı seçer. Onların iyiliklerle dolu dünyasında, bir ihanetçi, bir alçak olmayı yeğler. ihaneti sever; ihanette, kendisine ait olan en iyiyi ve en kötüyü bulur. Genet, hayata bir piç olarak gözlerini açar. Ömrünün neredeyse tamamını düzenden bir intikam biçimi olarak, hırsızlıkla geçirir. Yıllarca cezaevinden yatar ve Sartre gibi yazarların yönetime verdiği dilekçe sayesinde kurtulur. M.D.Sade’ı kurtaracak kimse yoktur ama. Sade, 1784’ten itibaren, Bastille Hapisanesi’nde yıllarını geçirir. Bugün için kötülüğün birer mucizesi ve amentüsü olarak kabul gören eserlerini orada yazar. 14 Temmuz 1789’da Fransa’da devrim için direniş başladığında, Justine’nin ve Sodom’un Yüzyirmi Günü romanlarının el yazması orada, hapishanede duruyordu. Sade evcil değil, kışkırtıcıydı. M.D. Sade, eserlerinde var olan dünyanın ahlakını yıkmaya çalışmıştır. Sodom’un Yüzyirmi Günü’nde, Justine’de, Erdemle Kırbaçlanan Kadın’da, Aşkın Suçları’nda yok etmeyi, üstelik hem kendini hem de eserini yok etme isteğini dile getirmiştir. Sade, kötülüğü onulmaz bir biçimde sevmiştir ve eserlerinde kötülüğü, arzu edilebilir bir hale getirmek istemiştir. Kötülüğü sevdiği için onu ne kınayabilmiş ne de olumlayabilmiştir. Ancak iyilik, kötülüğü cezalandırmış ve uzun yıllar cezaevinde yatmıştır. Sadizm kötülüğün kendisidir. Maddi yarar sağlamak üzere öldürmenin gerçek bir kötülük sayılabilmesi için katilin, beklediği yararın dışında, eyleminden haz alması gerekir. Sade, Justine romanının cellatlarından birine “Yok etmek; ne haz verici bir eylem! İnsanın içini gıcıklayan daha hoş bir şey olamaz; kendini bu tanrısal alçaklığa bırakmaktan daha baş döndürücü ne olabilir ki ?” dedirtir. Bataille, Sade’nin düşüncesi için: “Romanlarında yarattığı kişilikler aracılığıyla kâh bir tanrıbilim anlayışı geliştirerek kötülük yapan ulu bir varlık yaratır, kâh hiç de soğukkanlı sayılmayacak bir tanrıtanımazdır: onun tanrıtanımazlığında Tanrı’ya meydan okuma ve küfürden haz alma vardır. Çoğu kez Tanrı’nın yerine Sürekli Hareket Halinde Olan Doğa’yı koyar. Kimi kez bir mümin gibi davranırken bazen de lanetler yağdırır.”

Kötülüğü seçen, hayatı vicdanına danışmaz. Öyle ki vicdanın sınırlarını çizen de egemen güçlerdir. Onlar için kötülük, egemenliktir. Salt kötü, iyilerin dünyasında bir “öteki”dir. Ondan değildir. Ne kadar çabalasa da onlardan olamaz. “Kötü” olan, “iyi”lerin hepsini ele geçirip, onları bir hiç haline getirmek ister. III.Richard’ın tasarlanmış kötülüğü, iyi diye nitelendirilen insanların dünyasına yıkıcı bir saldırıdır. Ya da Erich Fromm’un İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri kitabında söylediği gibi kötülük “yaşamın kendi kendine karşı çıkması… ölü, çürüyen, yaşamayan ve bütünüyle mekanik şeylere duyulan hayranlıktır.” Tam da bu noktada saplantılı bir şekilde kötülüğü arayan Aziz Jean Genet’yi yeniden anmak gerekir. “Ben bir canavar, bir fırtına olmak istiyorum. İnsana özgü olan her şey bana yabancı, insanların koyduğu bütün çabaları çiğniyorum, bütün değerleri ayaklar altına alıyorum, hiçbir şey beni tanımlayamaz, sınırlayamaz; ama varım ve her tür yaşamı yok edecek dondurucu bir nefes olacağım.”

Herkesin içinde bir yerlerde vahşi, katil, sadist, işkenceci, saldırgan kişilikleri üretebilecek duygular yatar. Kimileri bu duygularını fiziksel anlamda açığa çıkarır. Kimi bunu sanat yoluyla birer fantazya olarak sunar, kimi ise bunları sonsuza kadar içinde saklı tutar. İğrenç işlenmiş bir cinayet eylemi sadece iğrençtir. Yazılan ya da yaşanan kusursuz, tutkuyla ve zekice kurgulanmış cinayetler, tasarlanmış, bir anlamda kutsanmış kötülükler hayranlık uyandırır. Bu yüzden çoğu zaman iyilerin dünyasında da pek belli edilmese de cazip olur ve karşılık bulur.

Kuralın, yasağın olduğu her yerde kuralı bozma, yasağı çiğneme doğru olandan sapma (düzenin belirlediği doğru) ya da yasağa karşı gelme (düzenin belirlediği yasak) vardır. Bu birey toplum çatışmasının bir görünümüdür. Birey, kendi arzularına, güdülerine doyum sağlamaya çalışırken, toplum ona ‘ötekiler’ adına ‘dur’ demektedir. İnsan kendine kural koyan, normlar, ölçütler yaratan tek canlıdır. Kurallar koyar, soydaşlarıyla ortak davranış biçimleri oluşturur, ortak simgeler ve değerler yaratır. Onları adet, töre, gelenek, ahlak, din, hukuk vb. kurumlar olarak kuşaktan kuşağa aktarıp sürekliliğini sağlar. Toplum yaşamı sanki egoların ve kuralların kıyasıya çarpıştığı bir savaş alanı ve aynı zamanda gönüllü ya da gönülsüz bir uzlaşmasıdır.

İnsanlık tarihi, iyi-kötü, doğru-yanlış yargılarının, suç kavramının, davranış kalıplarının, toplumun somut yaşama koşulları tarafından belirlendiğine ve değişebilirliğine, bir başka değişle toplumun örgütlenmesiyle sıkı sıkıya bağlı olduğuna tanıktır. Kötülükle ilgilenen yazarlar ise, hiçbir zaman düzenle, uyum isteyen insanlarla uyuşma yolunu seçmedi. Onlar, sakin bir dönemin ürünleri değildirler. Kötülüğü eğlendirici bulmanın ötesinde, kurallar silsilesine, tabulaştırılmış dayatmalara her şeye rağmen boyun eğmeyenlerdir. Bedeli (ne kadar klişe bir kelime olsa da) hayatları pahasına ödeyenlerdir. Bu yazarlar kötülüğü severler ve eserlerinde kötülüğü arzu edilebilir bir duygu haline getirmek isterler.

Sonuç olarak kötülük, kadim zamanlardan beri sanatın ana malzemesi olmuştur. İlk çağ filozoflarından başta Platon olmak üzere birçoğunda ilgi uyandırmıştır. Bu gün de hâlâ sorgulanmaktadır. Platon, Goethe, Michelet, Kafka, Sartre, Camus, Boris Vian, Bataille, Baudelaire, Dostoyevski, Emily Bronte, Marcel Proust, Genet, Hannah Arendt, Nietzsche, Shakespeare, O. Wilde, Sade… Bu uzayıp gidecek olan liste kötülükle doğrudan ilgilenen ve düşüncelerinin merkezine oturtan isimlerden birkaçıdır.

 

Abidin Parıltı

 

Read Full Post »

“BİR ROCK’N ROLL ÖYKÜSÜ”


Ölgün sonyaz güneşi denize vuruyor. Mavi dünya ışıl ışıl. Parıltılar dans ediyor suyun yüzünde. Sıradan birinin sevinç duyacağı bir görüntü. Ama bir parça derinliği olan hiç kimse bu sahte peyzaja kanamıyor. Her şey bir Lynch filmi kadar kuşku verici, tedirgin edici. Günlerce süren lodos, ardı sıra gelen yağmur ve sonrasında güneş. Her yer tuzlu sularla yıkanmış. İğfal edilmiş bir genç kız kadar kirli gözüküyor sahiller. Pet şişeler, kola kutuları, naylon poşetler, denizin dibinden kopup gelmiş yosunlar, kırık tahta parçaları, soyulmuş meyve kabukları, ıslanmış gazeteler, sigara izmaritleri, plastik çay bardakları, melamin tabaklar, ambalaj artıkları, martı leşleri ve ıslak ekmekler vurmuş sahile. Eski bir dosta ait, “Deniz kendine ait olmayan her şeyi dışarı atar,” tümcesini anımsıyorum. Bu iyi yürekli tümceyle idare edemeyecek kadar beter bir haldeyim. Ben sadece ve sadece insanların kötülüklerini görüyorum sahile vurmuş lodos atıklarında. Hiçbir sorumluluk ve iyi niyet taşımayan bir canlı türünün tahripkar aymazlıklarının koca bir resmi gibi gözüküyor sahil. Yine de bu sosyal düşüncelerle uğraşamayacak kadar yılgın durumdayım. Yadsımış, dışına çıkmış, görmek istemeyen halimle kinik bir yabancılaşma figürü gibiyim.

Sabahın biraz sonrası. İş güç sahibi insancıklar yeni bir günün boğuşmalarına girmek için tırnaklarını ve dişlerini sivriltiyorlar. Okulların başlama saatinin dinginlik getirmesi olanaksız. Uzaktan kentin homurtularını ve trafiğe çıkmış milyonlarca aracın dirimsel ihtiraslarını, canhıraş çığlıklarını, mütecaviz atraksiyonlarını duyuyorum, duyumsuyorum. Kentin en güzel sahili ıssız. Neredeyse bomboş. Her biri yaşamdan nema koparmaya programlanmış milyonlarca zavallı, gırtlaklaşmak için piyasaya çıkıyor her sabah olduğu gibi. Bir kuytuda sorsan, hepsi senden benden daha ermiş, daha aşmış, daha çelebi. Şu işi de devirsin çekip gidecek buralardan. Münzevi hayatına geçip yaşam düşünü gerçekleştirecek. Ama insanların hepsi alçak olduğu için onun bunları yapmasına izin vermiyorlar. O yüzden bir türlü kopup gidemiyor. Erteliyor devamlı gerçek hayatını. Bu hayat onun gerçek hayatı olamaz. Bu üzerine yapışmış bir pislik. Gerçek hayatını bir gün mutlaka yaşayacak… Zaten bu çektikleri de hep bunun için…

Bu palavralar artık ruhuma dokunamıyor. Çirkef bir rüzgar gibi kırbaç olup yüzüme iniyor, birazcık acıtıp, gözümü yaşartıp geçip gidiyor. Artık bu sefillikleri dinleyemeyecek, bu ikiyüzlülüklere prim veremeyecek kadar sekterim. Yürüyüp giden bu toplum düzeninin, tamamı sahtekarlıklardan oluşmuş klişelerine karşı çıkamıyorum, bir ucundan iştirak de edemiyorum, ediyormuş gibi yapıp hayatımı idame de ettiremiyorum, ne yapacağımı da bilemiyorum. Ama ne istemediğimi biliyorum! En azından, böyle bir hayatı istemediğimi biliyorum.

O yüzden apokaliptik bir şarkının lirikleri kadar yalnızım. Sonu gözükmeyen bir çavdar tarlasına dikilmiş bir korkuluk kadar hissiz, amacına yabancılaşmış ve terkedilmişim. Bir “autheur” yönetmenin başyapıtındaki suskunluk sekansları gibiyim. Görünüşüm her şeyi anlatıyor. Bu ülkenin en çok değer verdiği diplomayı yaktım onlar gibi olmamak adına. Onları kendi yarışlarında baş başa bıraktım ilk dönemeç dönülmeden. Oyun buysa, ben yokum dedim erkenden. Hayatta el attığım hiçbir işte başarılı olamadım. Aslında kolaylıkla olabilirdim. Ama başarı için gerekli alçaklıkları yapmayı hiçbir zaman kendime yediremedim. İnsanların üzerine basa basa yükselmektense, en altta kalmayı ve üzerime basılmasını daha katlanılır buldum. O yüzden severek, sevinerek mağlup oldum. Bu mağlubiyetlerden gurur duydum.

Fakat bir ayrıntıyı düşünmeyi ihmal etmişim. O yüzden çok acı çektim. Bir zamanlar sevgiyle, tutkuyla bağlandığım tüm kadınlarım ucuz fiyata kapatıldı sistem tarafından. Saflık işte!… Mağlubiyetin böyle bir bedeli olacağını tahmin edememiştim.

Terk edilmek ve yalnızlaşmak… Ne tuhaf?! Ve ne yaralayıcı! Nasıl olup da düşünememiştim?! Tüm sevdiğim kadınlar; istisnasız her biri, küçük, sefil düşleri doğrultusunda uygun fiyatlara satın alındılar sistem tarafından. Her biri kendi düşlerinin büyüklüğüyle ters orantılı fiyatlara gitti. Güzel bir araba, merkezde bir ev, yurtdışı sevdası, içyüzü palavradan ibaret bir kariyer, güzel yalan söyleyen iki yüzlü genç adamlar, gelecek güvencesi, vesaire, vesaire, vesaire… Bir tanesinin bile gözü ıslanmadı beni satışa getirirken. Bir tanesi bile durup bir an tereddüt etmedi.

Sorabilirsiniz: Ne yapsalardı yani? Seninle kalıp ziyan mı olsalardı? Bir bakış açısına göre haklısınız! Ama bir başkasına göre… Her neyse; tüm bunları düşünmenin ne anlamı var bu saatten sonra? Bir kadının gerçekten derinliği olan bir erkeği anlaması mümkün müdür ki? Yanıt sade ve net! Değildir! Sadece bunu oynayan bazı kurnaz kadınlar vardır. Bir gün, orta sınıfın hesapçı bir kadını sana yazıldıysa, sakın aşk masallarına kanma genç adam! O gün kendine kuşkuyla bak! “Acaba ben neyi becerdim? Hangi alçaklıkta başarılı oldum? Hangi iktidara kondum?” diye sor kendine! Hiç değilse bu dürüstlüğü göstermeli bir erkek! Herkesten insan olmasını bekleyemeyiz ama bu kadarını bekleyebiliriz!

Peki ben kendimden neyi beklemekteyim?

Nice yitmiş hayallerin hasadındayım. Tutkularımın, düşlerimin, arzularımın, dileklerimin her birini tırpanla değil, biçerdöverle kesip öğüttü sistem. Bir tek başağım kalmadı buğday tanesiyle dolu ve ayakta. Her bir ürünüm değirmen taşlarında un ufak edilip bir kent vandalının dişlerinin arasına gitti. Çiğnendi ve yutuldu. Salak soytarılar, içten pazarlıklı asalaklar, kibirli cahiller, tescilli ahmaklar, fahişe ruhlu esnaflar, kara yürekli egoistler yanı başımda ödüller aldılar ömür boyu. Ne kadar iyi yalan söyledilerse, ne kadar iyi oynadılarsa, ne kadar alçaldılarsa o kadar çok kazandılar.

Bunlara kızamadım. Çünkü duyduğum tepkilerden dolayı bilmeden bilgelerin yollarına girdim. Bu sefilliklere öfkeyle yaklaşamayacak kadar çok okudum, öğrendim, düşündüm, yazdım. Kafam taşınması olanaksız bir yük gibi oturdu omuzlarımın üzerine. Her adımımda ağırlığını hissettim. Her adımda daha da ağırlaştığını hissettim. İnsan ruhundaki karmaşanın, karanlık dehlizlerinde yol aldım günler, geceler boyu. Her şeyi gördüm. Bir o kadar daha başka bir “her şey” kaldı ileride. Ama çokça öğrendim. İnsan olmanın ne manaya geldiğini öğrendim. Öğrendikçe de henüz hiçbir şey öğrenemediğimi öğrendim. Öğrendiklerimden sevindim mi? Hayır. Sevinemedim. Aksine üzüldüm. Bildiklerimi de unutmak istedim. Çünkü onlar o kadar ağır şeylerdiler ki omuzlarımın üzerinde büyümüş, büyümüş devasa bir hale gelmiş bu kütleyi, yani beynimi taşıyamaz oldum. Öğrendiklerimin hepsini unutmak ve kurtulmak istedim. Bunu gerçek kurtuluş olarak gördüm. Hiçleşmeyi denedim. Öğrendiklerimi unutursam düşünemeyeceğimi, düşünemeyince varolmayacağımı, varolmayınca da acı çekmeyeceğimi düşündüm. Hiçleşerek bu taşınmaz yüklerden, düşünsel acılardan kurtulmayı can-ı gönülden istedim. Canla başla denedim. Hafiflemek ve bir çoban kadar mutlu olabilmek istedim. Naif olmayı düşledim. Aylar, mevsimler, yıllar boyunca bunun peşinden gittim.

Başarabildim mi? Unutabildim mi?

Asla!

Çünkü gördüm; bir kere öğrenilenler, öğrenildikten sonra birer günah gibi, yakamızı bırakmazlar sonsuza kadar. O yüzden bilgiden soğudum. Ve kendimi kendimden soyunmak istedim. Bunu denedim. Pek çok kez denedim. Her birinde bir başka kendim tarafından reddedildim. Terslendim. Tahkir edildim. Sonuçta kabullendim. Unutamama yaralarıyla malul bir bilgelik kurbanı olarak mağdur, mahcur ve mahzun ortalarda gezindim durdum.

Eninde sonunda yaptığım nedir? Başardığım nedir? Nasıl söylemiştim ilk başta: Sonu gözükmeyen bir çavdar tarlasına dikilmiş bir korkuluk kadar hissiz, amacına yabancılaşmış ve terkedilmişim. Tıpkı bir erkeğin, fallusunun taleplerinin önüne geçemediği gibi yaradılıştan sakatım. İnsan olmaktan dolayı bazı kötü huylarım var. Bazı kötü şeyleri yapmanın önüne geçemiyorum; düşünmek gibi. Bu yüzden, tüm bir yaşamımın tercihlerinden dolayı kurulan mahkemelerde en ağır cezalara çarptırılmayı hak ettim! Verilecek cezayı büyük bir kabullenmişlik ve içtenlikle çekmeye hazırım.

Fakat tüm bu serüven içerisinde sadece tek bir sorunun yanıtını kendime veremedim:

Ben tüm bunları neden yaptım?

Bir nihilist neden yazar ki?

 

 

Hikmet Temel Akarsu

 

Read Full Post »

Tanrı…

Çok eski günlerde, sözün ilk titreşimleri dudaklarıma henüz geldiği zamanlarda, kutsal dağa çıktım ve Tanrı`ya diz çöktüm, “Efendim,ben senin kölenim. Senin sırrın benim yasam olacak ve sonsuza kadar ona itaat edeceğim.“
Fakat Tanrı cevap vermedi ve şiddetli bir fırtına gibi uzaklaştı.


Ve ben bin yıl sonra kutsal dağa çıktım ve Tanrı huzurunda tekrar diz çöküp dedim ki “Yaratan, ben senin yarattığınım. Sen beni balcıktan şekillendirdin ve ben tüm varlığımı sana borçluyum.”
Ve Tanrı cevap vermedi, onun yerine bin kanadı varmış gibi hızla uzaklaştı.

 
Ve bin yıl sonra kutsal dağa tırmandım ve Tanrı huzurunda tekrar diz çöktüm ve dedim ki, “`Baba, ben senin oğlunum. Bana merhamet ve sevgiyle hayat verdin ve ben de sevgiyle ve ibadetle senin krallığını sürdüreceğim.”
Ve Tanrı cevap vermedi ve uzak tepeleri gizleyen bir sis gibi uzaklaştı.

Ve bin yıl sonra yüce dağa tırmandım ve Tanrı huzurunda tekrar diz çöküp dedim ki, “Tanrım, amacım, tamamlayıcım; ben senin dününüm ve sen benim yarınımsın. Ben senin topraktaki kokunum ve sen benim göklerdeki
çiçeğimsin ve BİZ güneşin önünde BİRLİKTE gelişiriz.”

O zaman Tanrı bana doğru eğildi ve kulaklarıma tatlı sözler fısıldadı ve denizin kendisine doğru koşan bir dereyi kucaklaması gibi beni kucakladı.

Ve vadilere ve ovalara indiğimde Tanrı da oradaydı.

Halil Cibran – Deli

 

(Ruh Kardeşim! O Tanrı’nın nefesiydi)

Read Full Post »

İnişlerim çıkışlarım
O kendimden kaçışlarım
Gidişlerim dönüşlerim
İçimdeki sır
O kısır döngülerim

Şarkılarım sancılarım
Kadınlarım hüsranlarım
Dostluklarım acılarım
İçtiğim su
O pusu duruşlarım

Yarım kalan sevgilerim
Uyanmamış sabahlarım
Perdesiz gecelerim
Paramparça oluşlarım

Yalanlarım yanlışlarım
O arkamdan bakışlarım
Kendime geç kalışlarım
İçtiğim su
O pusu duruşlarım

Yokuşlarım kalışlarım
Umutlarım kaygılarım
İnançlarım gözyaşlarım
Ben miyim bu şarkıdaki satırlarım

 

– Fikret Kızılok

 

Read Full Post »

« Newer Posts - Older Posts »