DUVARINIZ VIZ GELİR BİZE VIZ!
Kafka ve Bukowski. Taban tabana zıt gibi görülseler de aslında aynı kişilerdir. Biri dünyayı içselleştirmiş, diğeriyse dışsallaştırmıştır, ama aynı özelliğe sahiptirler: “evrensel” oluşları. Bu benzetmeye gülecek çoktur ama önemli değildir benim için. Kafka, çek asıllı bir alman, sosyal sigortada memur ve yoğun suçluluk duygularıyla haşır neşir amatör bir yazar. Yazmaya aşık. Öyle ki nişanlısı Milena ile yazmasını engelleyecek korkusuyla evlenmeye yanaşmayacak kadar. Kaderin oyunu, Kafka maalesef erken göçer öte tarafa, otuzlu yaşlarda verem hastalığından. Yazdıklarınıysa bir dostuna yakması için emanet eder ama dostu onu dinlemez ve yazdıklarını yayımlar. Kafka adlı büyük yazar böylece kendi edebiyatı ile dünyaya ün salar, başlı başına bir dünya yaratarak. Kendisi tabii bunu görememiştir, acı mı tatlı mı konu bu değil, konu, Kafka’nın evrensel oluşu.
“Dava” ve “Dönüşüm” romanlarında Kafka, içlerindeki yoğun suçluluk duygularıyla baş etmeye çalışan karakterleri anlatır. “Dava”da Joseph K., “Dönüşüm”de de Gregor Samsa, toplumun dayattığı yaşam süreci içersinde bozulurlar ve farkında olmadıkları bir suç ile baş etmek zorunda kalırlar. Kafka lafı dolaştırmaz, “K. tutuklandı”, “Gregor Samsa böceğe dönüştü” bu kadar, sonra örer kozasını. Şimdiki romanlarda laf sürekli dolaşır durur, ama ne başında ne de sonunda bize hiçbir şey söylenmez.
Suçluluk duyguları. Temel anlatılan budur. Dava romanı bunu çok iyi açıklar. Joseph K. ne olduğu belli olmayan bir suç nedeni ile tutuklanır ve roman boyunca kendini savunup aklamaya çalışır. Beceremez ama, ne yapsa ne etse beceremez ve en sonunda ölüm cezasına çarptırılır. Anlatılmak istenen basittir: suç, toplumun yüklediği suçtur ve bunu reddederek kurtulamayan Joseph K. en sonunda mahkum edilir, cezası ölümdür. Çünkü, nedeni belli olmayan, aslında belli olan ama kendisinin anlayamadığı suçu reddetmek yerine sürekli kendini savunma yoluna gitmiş, savundukça suçlanmış, yardım istedikçe batmış ve en başta masumane görülen suç onu bitirmiştir. Anlatılmak istenen, “üzerine salınan suçluluk duygularından, sana o suçluluk duygularını yükleyenlerin yardımı ile kurtulmaya çalışmanın anlamsızlığıdır.” Zira K. suçsuzdur, ama var olmayan bir suçu savunma yolunu tercih etmiş ve mahkum olmuştur, tabiri yerindeyse kişilik olarak ölmüş, yok olmuştur. Ferhan Şensoy’un, “Pardon” filminde de vardır bu, işlemedikleri bir suçu işlemediklerini savunmaya çalışarak, boş yere altı yıl hapis yatar üç arkadaş, halbuki en başta reddedebilseler serbest kalabileceklerdir ama aynı filmde, bu inkârın da öyle kolay olmadığı, sistemin ne kadar güçlü olduğu anlatılır.
Konu budur. Koca Varlık dergisinde ama, Kafka’nın bu romanı, hukuk sisteminin, yargı sisteminin çelişkileri ile alakadar olarak analiz edilir ve biz de aynı bir tatak gibi yapışıp kalakalırız oturduğumuz yerde.
Pink Floyd, “The Wall.” Bilmeyen yoktur. Bu albümü yaptıkları zaman, hiçbir yerde okumadım, duymadım ama Kafka’nın Dava romanından etkilenmemeleri hemen hemen imkansızdır. Konu aynıdır: Pink adlı karakter, babası savaşta ölmüş bir yetim olmasının da etkisiyle, çocukluğundan başlayarak, anne, eğitim sistemi, sevgili, eş ve kapitalist sistem tarafından yoğun bir suçluluk duygusuna sokulmuştur. En nihayetinde Pink, bu suçluluk duyguları ile baş edemeyerek kendi iç dünyasına kapanır ve içsel bir sorgulama sürecine girer. Albümün 2. Cd.sinin ilk şarkısı, “Hey You” da geçen: “Birlikteyiz ayakta yıkılırız bölününce” lafı, bizim solcularımız tarafından hep yanlış anlaşılmıştır. Anlatılmak istenen, kişinin içsel bütünlüğüdür, zira Pink öyle dağılmıştır ki, normal bir insan olarak artık yaşayamamakta ve rüyalar aleminde a-sosyal bir deli olarak yaşamaktadır. Albümün sonunda, içsel bir mahkeme kurulur. Sanık Pink’tir. Suçlayanlar ise, anne, öğretmen, eski karısı, kısaca sistemdir, ki duvarı simge ederler. En sonunda yargıç kararı açıklar. Yargıç Pink’in iç sesidir, kendi sesi, kendi öz sesi: yani vicdanıdır. Ve Pink’in vicdanı onu en büyük cezaya mahkum eder: “DUVARI YIKMA” cezasına. Çünkü bu katlanılması güç en büyük cezadır. Pink duvarı ya yıkacaktır ya da ölecektir, aynı, Joseph K. gibi.
Hiç unutmuyorum, sene 2001, Sirkeci’den tramvaya bindim ve o dönem sevdiğim kızdan kendi hatalarımdan dolayı olduğunu düşündüğüm bir nedenle ayrıldığım için pili bitik, yoğun suçluluk duyguları ile boğuşuyorum, sabah oluyor ağlıyorum, gece oluyor yine ağlıyorum. Aklıma 1989’dan beri ezbere bildiğim bu albüm geldi. Gözlerim açıldı, “suçlu değilim” dedim kendi kendime, ”her şey yaşanacağı şekilde yaşandı, bitti gitti, o kadar.” Ve dünya daha güzel göründü o an gözüme. Evet, “The Wall” on iki sene sonra hayatımı kurtardı benim. Zira bilgi içsel olarak teyit edilmediği sürece anlamsızdır, boştur. Sartre demiş bunu da sanki.
Sartre da evrensel bir başka yazar, filozoftur. “Bulantı” adlı romanında, otuzlu yaşlarda bir adamın günlük sıkıcı hayatını anlatır. Roman, aynı ismi gibi okurken bulantıdan midesini kaldırır insanın, sıradanlıktan, sıkıntıdan, tekdüzelikten. Ama bir şeyler olur romanın sonunda ve roman kahramanına o sıradan dünya birden güzel görünür ve yazar olmaya karar verir, bu şekilde dünyasına bir anlam katma ihtiyacı hisseder.
Bukowski’yi hatırlarım işte ben bu noktada. Kafka ile aynı kişi derken bunu kastettim. Kafka’nın dünyadan ayrıldığı yaşa eş zamanlı yazmaya başlamış bir yazardır Bukowski. Otuz beş yaşına kadar yoğun suçluluk duygularıyla yaşamış, Kafka gibi sevecen bir ailesi olmadığı için kendini içkiye vurmuş, fiziksel çirkinliğinden ötürü üniversiteyi 2. sınıfta terk edip ucuz işlerde çalışmış, barlarda gününü gün etmiştir. Ama bu, “gününü gün etme” onun deyimidir ve çoğu kişi bunu yer. Gerçek farklıdır. Aynı Sartre’ın “Bulantı” romanı kahramanı gibi rutin, sıkıcı, tekdüze bir hayattır onun yaşadığı, aynı bar taburesinde, aylarca oturur, içer, içer, içer. Ta ki otuz beş yaşında mide kanaması geçirip, ölmesi kesin hastalar arasına kaldırılıncaya dek. İki gün sonunda her zaman güvendiği şansı yaver gider, zerre sevilmediği ve sevmediği babasının sigortasından karşılanan kan yardımıyla hayata geri döner. Daha büyük bir suçluluk duygusu yaşayacağı düşünülebilir ama işler öyle gitmez. “Bulantı” romanının sonu gibi o an dünya Bukowski’ye farklı görünür ve o andan itibaren de yazarak, “duvarı yıkmaya” başlar. Bir daktilo satın alır, ilk şiirlerine vurur elleri, “yarı ölüyüm zaten, bu şiirler tanrıya bir mesaj benden” diyerek. Bukowski’nin de yaptığı kısaca budur, “DUVARI YIKMAK.”
Kafka dan farklı olarak, seksen yaşına kadar yaşar ve ününü canlı görür, nimetlerinden yararlanır. Ama evrenselliği aynıdır. Çünkü, Kafka gibi üzerine salınan suçluluk duyguları ile boğuşmuş, ondan farklı olarak içselleştirmeyerek, dışsallaştırmış ve merkezine de kendini oturtmuştur. En kötü romanı olarak bilinen ve kötü bir yazar diye tabir edilmesine neden olan, “Kadınlar” romanında, Bukowski, kadınları cinsel bir “mal” olarak anlatır. Cinsellik onun için on on beş saniye, “herhangi bir” kadının üstüne çıkıp boşalıncaya kadar bir iki gidip gelmektir. Zaten genelde sarhoştur, hatta bazen beceremez bile, kadının üstüne kusar, sızar. İçkiyi sekse, aşka tercih eder, “yarığı” olmadığı için erkek okuyucularına pas vermez, kadın okuyucularını da otuz saniye içinde becerip gönderir, bazılarına zorla sahip olur. Romanın ana fikri budur ve görünürde hiçbir edebi anlamı da yoktur. Ama Bukowski de Kafka gibi lafı dolaştırmaz. Daha romanın başında bize ip ucunu verir, anlayana tabii. Ta başında romanın şöyle der: “elli yaşımdaydım ve iki senedir bir kadınla beraber olmuşluğum yoktu.” Bu dürüstlük bizim yazarımızın dübürünü uçuklatır! Anlatılmak istenen basittir: elli yaşına kadar kendisine yüz vermeyen kadınların, kendisi bir şekilde ünlü bir şair olduktan sonra nasıl değiştiklerinin ve bir bir elinden nasıl geçtikleridir. Aslında çok acıklıdır, çünkü Bukowski artık elli yaşındadır ve “ ah daha önceleri nerelerdeydiniz” gibi bir his bırakır insanda. Bir yerinde romanın, Bukowski ormanda kaybolur, bir barajın nehir sularını tutan kolun oraya gelir ve kendisini bulmaları için o kolu indirmeyi düşünür, ama bir gün sonraki gazete manşetleri aklına gelir ve vazgeçer. Bukowski’nin aklına gelen manşetler şudur: “değersiz şair chinaski, değersiz kıçını kurtarabilmek için ormanı su altında bıraktı.” Yani, Bukowski ünlü bir şair olarak insanlar peşinde, kadınlar yamacındayken bile hâlâ aşağılık duyguları ile cebelleşmektedir.
Ve iddia ediyorum, yine gülecekler vardır, Nietzsche’ nin, “Böyle Buyurdu Zerdüşt” eserinde bahsettiği, “yaratıcı” kimliği ile birebirdir Bukowski. Bahsettiği tam olarak Bukowski’dir. Tüm kitabı değil, sadece, “Yaratıcının Yolu Üzerine” kısmını okursanız, ne demek istediğimi anlarsınız.
Dostoyevski, “Yer Altından Notlar” romanında da aynı şeyi işler. Yoğun bir suçluluk ve aşağılık duygusuna sahip olmayı. O da, Bukowski ile hemen hemen aynı yaşlarda ölümden dönmüş, idam mahkumu olarak, elleri kelepçeli infazı beklerken, bir af ile yeniden hayata dönmüştür. “Ölüler Evinden Anılar”da bunu anlatır. Bu yaşanılan korkuyu hiç kimse tahmin edemez. Kesin ölüyüm duygusunu. Her iki yazar da yaşamıştır bunu ve haliyle sonra, “duvarı yıkmakta” zorlanmamışlardır.
Kim dedik? Kafka, Almanca yazan bir Çek, verme hastası. Pink Floyd, İngiliz bayrağını kana bulayan bir İngiliz grup, söz yazarı ve bestecisi Roger Waters, bir yetim. Bukowski, Amerikan olmadığını savunan bir Amerikan, alkolik. Sartre, her şeye karşı bir Fransız, Nobel ödülünü reddedecek kadar! Nietzsche, Almanlardan nefret eden bir Alman, migren ve yarı kör. Ve Dostoyevski, gelmiş geçmiş en büyük romancı, sara hastası ve bir kumar bağımlısı!
Gel gelelim bize, mesela Cem Karaca’ya. Benim için bir rock efsanesidir. Ermeni bir anne ve Azeri bir babanın oğludur. Anne Hıristiyan, baba Müslüman. Hıristiyan bir mahallede Müslüman bir çocuk olarak büyür. Yüklendiği suçluluk duygularını tahmin etmek zor değil. Ve Cem Karaca’nın tanrı hediyesi bir sesi vardır, sanki “rock” müziği için yaratılmıştır ki eğer İngiltere’de doğmuş olsaydı, ismi Robert Plant’in hemen yanında ya da “üstünde” anılır olurdu. Cem Karaca içine işlemiş bu suçluluk duygularından kurtulmak için genç yaşlarda sol ideolojiyi keşfetmiştir ve bu şekilde otoriteye baş kaldırabilmekte, duvara balyoz vurabilmektedir! Bunun sayesinde birbiri üstüne büyük yapıtlar gelir, “Parka”, “Tamirci Çırağı”, “Yoksulluk Kader Olamaz” ki özellikle Ahmet Arif’in, “Terk Etmedi Sevdan Beni” şiirinin on dakika küsurluk bestesi tek kelimeyle bir baş yapıttır.
En olgun döneminde, 1978 yılında, “Safinaz” albümünü yapar. İlk yüzünde albümün, sözlerini ve bestesini kendi yaptığı albümle aynı ismi taşıyan, “Safinaz” şarkısı vardır, yirmi küsur dakika sürer ve müzik kalite ve konsept olarak -ki konsept sahibi tek albümdür belki- Türk standartlarını aşmaktadır. İkinci yüzde ise Ahmet Arif’in, “Karam” ve Nazım Hikmet’in, “Şeyh Bedrettin Destanı” şiirlerinin yorumları vardır ki Nazım’ın, “yarin yanağından gayri her yerde her şeyde hep beraber diyebilmek için!” Dizelerini kafamıza mıhlar eşi benzeri bulunmaz o tok sesiyle. Sözlerini kendisi yazdığı Safinaz’da ise evrensele yaklaşmaktadır sözler:
yine erken kalkıyordu Safinaz sabahları
her sabah geçerek o aynı sokakları
kendi gibi insanlarla doldurup fabrikaları
kendi gibilerine satıyorlardı yaptıkları malları
Şarkının hikayesi şöyle: Safinaz, Kasım adlı bir kapıcının kızıdır, on dört yaşındadır, Kasım’ın en büyük amacı kızının okumasıdır ama hayat şartları buna el vermez ve Safinaz fabrikada çalışmak zorunda kalır. Fabrikada Niyazi adlı sistem ile özdeşleşmiş muhasebeci bir karakter vardır ve Safinaz’ı ayartıp kızlığını bozar. Kasım bunu öğrenir, kızını döver, Safinaz da mecbur evden kaçmak zorunda kalır. Niyazi karakterini anlatan bölümde rock enstrümanlarıyla Erkin Koray’dan daha güzel arabesk müzik yapılmıştır! Şarkının sonunda, Safinaz’a ne olduğu söylenmez, yorum yapılır: Safinaz, fabrikadaki ücretinin kendisine yetmeyeceği için ya fahişe olacaktır ya da Niyazi ile dost hayatı yaşayacaktır. Veya başka birini bulup evlenecek ve evinin kadını olacaktır. Hatta en iyi ve en zor ihtimalle genelev patroniçesi. Ama şarkı tüm bunların bir çözüm olmadığını söyler ve şu şekilde biter:
söylesenize Safinazlar
bütün bunlar kurtuluş mu?
kurtuluş nerede? nerede Safinaz?
yüz binlerce Safinaz, kurtuluş nerede?
Tabii bu şarkı, dünya normları ile değerlendirildiğinde, hiçbir alakası bile olmaz ama bizimdir, o nedenle anlattım. Cem Karaca, bu albümü yaptıktan hemen sonra tüyer memleketten, zira sıkı yönetim vardır ve faşist bir darbenin eli kulağındadır ki Kenan amcamız da bir eylül sabahı bunu yapar zaten. Cem Karaca sekiz sene yurt dışında kalır ve bu albüme kadar, dişe diş göze göz getirdiği sanat hayatı ha bitti ha bitecektir. Bir sanatçının içinde yaşadığı bu acıyı hissetmek çok kolay olsa gerek. En nihayetinde, Cem Karaca’yı, “asıl bitiren” olay gerçekleşir ve dönemin başbakanı Özal’ın yardımıyla Türkiye’ye döner. Özal, politika malzemesi olarak bu tip şeyler yapardı o dönemler, mesela, Naim Süleymanoğlu’nun kaçırılması gibi.
Cem Karaca’nın geri dönüşünden sonra ilk albümü ki bana kalırsa 80 sonrası en iyi albümü, “Merhaba Gençler ve Her zaman Genç Kalanlar”dır. İlk yüzü, Orhan Veli’nin, “Bedava Yaşıyoruz” ikinci yüzü ise Nazım Hikmet’in, “Ceviz Ağacı” şiirlerinin besteleri ile başlar. Mesaj çok açıktır: “kaldığım yerden devam etmek istiyorum!” Der, bağırır, haykırır, ama kimseye yaranamaz, “dönek” damgasını yemiştir bir kere. Rakı masalarında yoğun bir suçluk duygusu salınır üstüne, Barış Manço gibi sanatsal ve bir çok yönden Cem Karaca’nın yanına bile yaklaşamayacak bir adam yerlere göklere sığdırılamazken Cem Karaca sürekli horlanır, dışlanır, ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranır. Ve bu suçluluk duygularıyla kırılan yaratma kabiliyeti sonucu ölene dek, bir iki tom tom, üç beş tım tımı geçmeyen albümler yapar. Sonra da ayrılır aramızdan. Çocukluğundan gelen suçluk duygusunu şöyle anlıyorum, vasiyetinden. Gömülürken tekbirlerle gömülmek ister, bu çok açıklayıcı bence.
Sonuçta, Cem Karaca, “duvarı yıkamamıştır.” Sürekli suçlanmış ve o da sürekli kendini suçlayanlara karşı kendini savunma hatasına düşmüştür. Kıbrıs’ta amatör bir Kıbrıslı gazeteciyi masamdan kovmuştum, yıl 2000. Cem Karaca Kıbrıs’a konsere geldiğinde ona bu, “döneklik” ile alakalı sorduğu soru sonrasında, Cem Karaca’nın ayağa fırlayıp, nasıl bir panik içerisinde, “dönek” olmadığını söylemeye çalıştığı sinirli hallerini gülerek, biraz da alaycı bana anlattığı zaman. Elimde bir kadeh Fransız konyağı vardı, ayağa kalkıp bardağı yere attım ve “lütfen kalkar mısınız masadan” dedim. Yerde kırılan kadehi, sıkılı dişlerimi ve pörtlek gözlerimi gördü, kalktı ve gitti.
Yani arkadaşlarım, böylece, bir sanatçı olarak yok olup gitmiştir Cem Karaca, aynı Joseph K. gibi. Cem Karaca’nın eğer bir suçu varsa bu Türkiye’ye dönmesi değil, suçlu olmadığı bir konuda sürekli kendini savunmaya çalışmasıdır,halbuki, elinde varolan müzik dehasından başka sığınacak bir şey olmadığını bilip, o dehayla ve o davudi sesiyle kendini aklayabilirdi, en önemlisi, “DUVARI YIKABİLİRDİ.”
Yıl 1993, yer İstanbul Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Kongre Salonu girişi. Konser vardı, ücretsiz! Ben henüz yirmisindeyim, cılız bacaklı, sıska, uzun saçı sakalına bıyığına girmiş, kara gözlüklü bir adam gördüm karşımda, heyecanlanıp istem dışı sağ elimle zafer işareti yaptım, güldü ve o da, sağ eliyle zafer işareti yaparak karşılık verdi bana. O zafer işaretini yapan, o cılız bacaklı kara gözlüklü adam, sağdan soldan ses kalitesi berbat korsan kasetlerle, “yasak” şarkılarını bulup dinlemeye çalıştığım, buldukça dinlediğim, dinledikçe dinlediğim, dinledikçe de doyamadığım Cem Karaca’ydı. Kim ne derse desin, ne düşünürse düşünsün, benim kalbimin en kuytusundadır Cem Karaca, benim için bir efsanedir, umarım hakkını da helâl etmiştir gitmeden önce.
Dan dun bir yazı oldu, olsun! Amacım, çeşitli yazılarla ve fırsatlarla neden dergâhınıza bir mahalle kabadayısı gibi daldığımı açıklamak içindir. Amacım, genç arkadaşların üzerine edebiyat kodamanlarınca salınan suçluluk duygularının ne anlama geldiğini göstermek içindir de hatta. Ve yukarıdaki düşünceler, benim bildiklerim ve bilmediklerim ve en önemlisi, algıladığım dünya ile alakalıdır. Gerisi fasa fisodur.
Erkan Ezbiderli – 2006
DalıYorum