Feeds:
Yazılar
Yorumlar

Archive for Ağustos 2009

yok-luğunda kara-rırk-en gece…

“en fazla ne kadar kararır?” sordu içi içine,

“gözlerin kapalılığı karanlık değilken en fazla ne kadar kararır gece…”

“yalnızca duvarların ardı aydınlık” dedi içi içine,

“dört bir yan duvar…”

“ya çıkış, ellerin bağlılığında çıkış var mı?”

“renkleri bağlayamazlar, her şey senin zihninde.”

“ya zihni esir alırlarsa?”

“bırakma.”

“canım yanıyor.”

“yanacak.”

“ne kadar sürecek?”

“yanlışlarla oyalanma.”

“yaşamak nedir?”

“ölmek nedir?”

“kurtuluş ölüm mü?”

“kurtulmak istiyor musun gerçekten?”

“herkes ister.”

“yanlış cevap.”

“sen istemiyor musun?”

“genellemeler yalandır.”

“tüm cümleler kadar?”

“belki.”

 “herkes mutlu olmak istemez mi?”

“mutlu olmak yalandır.”

“tüm kelimeler kadar?”

 “belki.”

“saf olmak istiyorum.”

“geç kaldın.”

“konuşmayı unutsam?”

“düşünmeyi unutabilir misin?”

“evrimi geri sarmam mı gerek?”

“belki.”

“canım yanıyor.”

 “yanacak.”

“ne kadar sürer bu?”

“yanlış_”

“_larla oyalanıyorum.”

“öğreniyorsun.”

 “istemezdim.”

“çoğu gibi.”

“çokluk derece bildirir mi?

“kullanana göre değişir bu.”

“düğüm diye bir şey var mıdır?”

“kim bilir.”

“ben değil, sen?”

 “ben oyalanmıyorum.”

“ya şans?”

“bir korsan işler yolundaysa demişti.”

“işim olmadığında yolsuzlaşıyorum.”

“işin olmadığında yol için özgür de kalabilirsin.”

“özgürlük nerede başlıyor?”

“her şey zihninde.”

“bunu sevebilirim.”

“daha çok canın yanmalı.”

“yani acının sonu var mı, diyorsun?”

“ya da yolun sonu yoktur.”

“belki.”

“ezber değil, algı.”

“bir zamanlar kitaplar okumuştum.”

“ben de.”

“artık okumuyor musun?”

 “böyle mi dedim?”

“hayır.”

“tamam.”

“okuduğum kitapları sormayacak mısın?”

“sen benimkileri soracak mısın?”

“bilemiyorum. konumuzla alakalı mı?”

“herşey sarmalsa?”

“şizofreni?”

“algıyı ezberleyemezsin.”

“belki.”

“ezber değil demiştim sana, tekrar yanlış cevap.”

“yanlış nedir?”

“hayatı fazla ciddi alıyorsun.”

 “dalga mı geçmeli dersin?

“gereklilik şart kipi yoktur derim.”

“sevmemek inkar etmek midir?”

“her şey zihindedir.”

“zihninin sınırları dünyanın sınırlarını belirler diye okumuştum bir yerde.”

“blake. algı.”

“sonsuz görünürdü.”

“ya da yalnızca oluş.”

“köylü bir kadına çıplak okuma yazma öğretmek aşağılık mıdır?”

“ya bir insanı kente hapsetmek?”

“bir yerlerde oynayan bir taş olmalı.”

“sayısız.”

“neden karanlık?”

“öğrenmişsin.”

“görüyorum.”

“herşey zihindedir.”

“ellerim bağlı.”

“algı düzlemini değiştir.”

“ne yapabilirim?”

“gereklilik şart kipini unutabilirsin.”

“toplumsalsızlaşmak?”

“ön koşul.”

“koşullar var demek..”

“kelimelere anlam yüklüyorsun.”

“tek aracım dilim.”

“algı düzlemi_”

“mi değiştireyim.”

“hala öğreniyorsun.”

“değişmeli miyim?”

“istiyor musun?”

“herkes ister.”

“yanlış_”

“_cevap.”

“evet.”

“arayan aradığını bulana kadar bırakmasın. incil.”

“kutsal kitap okur musun?”

“onlarca.”

“öğrenmemenin sırrı nedir?”

“belki hiçbir şeyin sırrı yoktur.”

“oluş.”

“yalnızca.”

“ya düşünmek?”

“karıştırmakla eşdeğer çokca.”

“doğum sonrası.”

 “belki dil cinayettir.”

“fazla kalabalık değil mi buralar?”

“uygarlık.”

“kan kokusu var bir yerlerde.”

“arkaik kabilelerden zihnine ulaşıyor.”

 “iletişim?”

“algı.”

“geçiyor muyum?”

“sorularla ilgilenmezsen.”

“garanti?”

“asla yoktur.”

“ya nedenler?”

“ilgileniyor musun?”

“bir anda bırakmak zor.”

“canın yanacak.”

“başka yolu yoksa..”

“acıyı unut.”

“ya varsa?”

“acıyı unut.”

“deneyeceğim.”

“başaramazsın.”

“bilebilir miyiz?”

“halen cevaplar veriyor ve istiyorsun.”

“herkes is_”

“temeyebilir evet.”

“güzel.”

“anlıyorum.”

“evet.”

“yavaşlık sorun mu?”

 “senin için?”

“sanmıyorum.”

“değil.”

“acı güzelleşir mi?”

“belki. kimilerinde.”

“damarlarımda akışı hissediyorum.”

“belki junk.”

 “ne sağlar?”

“yardım.”

“aşmak.”

“aşmak.”

“sanki beynim uyuşuyor.”

“sakin..”

“tehlikeli mi?”

“vereceğin tepkiler.”

“tepkisiz kalmak istiyorum.”

“başar.”

“beyin loblarım akıyor.”

“vana.”

“açılıyor mu?”

“şş..”

“soru yok.”

“yok.”

“bu teslimiyet değil mi?”

 “herşey zihninde.”

“ya duvarları yok sanarsam?”

“ya duvarlar var sandırılmışsan?”

“hareket edemiyorum.”

 “algıların üzerine yaşarsın.”

“sen bunu yaşadın mı?”

“oluşunun yolu bu.”

 “oluş.”

“farkındalık.”

“basamak?”

“sıçramak.”

“korkuyorum.”

“doğal.”

“sorun değil mi?”

“izin vericek misin?”

“istemiyorum.”

“verme.”

“ya ben yönetemezsem?”

“istersen.”

“irade göstermek?”

“akmak.”

“ya taşlar?”

“barikat ırmağı keser mi?”

“yeterince güçlenmezse.”

“güzel.”

“oluyor?”

“belki.”

“yaklaştım mı?”

“doğumuna geri dön.”

“bunca sonra?”

“imkansız var mı diyorsun?”

“hayır.”

“doğumuna geri dön.”

“saf olmak?”

“arınmak.”

“yanlış var mıdır?”

“cevabım doğru olur mu?”

“doğru nedir?”

“evet, soru bu.”

“cevap?”

“___”

 

(http://dharmasatorisirana.blogspot.com/)

Read Full Post »

Nefret bulantılarıyla uyandı sabah..Bir sigara yaktı.. Odadan çıkıp mutfağa gitti çay demlemek için, bir yüz gördü kustu… Bir yüz gördü sustu.. Bulantısı geçti.. Sonra bi sigara daha yaktı. Haberlerde birileri birilerini doğruyordu, fenerler yanıyor fenerler sönüyordu… Bir fener yaksa olur muydu? Ne bileyim, olur muydu?

Çay demlendi, kokusunu çekti burnuna çay sevmeyen insanları anlayamadı.. Salatalık ve havuçları soydu… Kahvaltı sofrası iştah uyandırmalı renkli olmalıydı… Dışarıda ve içinde olmayan o rengi görmeliydi gözleri günde bir kere de olsa… ses yoktu bu sefer,  ses olmalıydı, suskunluğunu bastıracak yalandan bir ses ne söyleyeceği önemli değildi. Oturdu olabildiğince yavaş kahvaltısını etti. Bulantıları gene başladı bi sigara daha yaktı.

Dışarı çıkıp nefret dalgasının içine karışma vakti gelmişti.. Eskiden direnirdi. Her yanını kas ağrıları kaplardı ne yazmaya elleri ne yürümeye ayakları kalırdı. Sonra zevk almaya çalıştı bu sefer eve döndüğünde sahtekârlığının gözyaşları içine gömdü kendini. Artık olmadığı bir şeyin içinden çıkartmaya çalışıyordu kendini. Hem kendisi hem yüzler hem sözler onu o kadar çok gömmüştü ki bir çuvalın içine artık boğuluyordu. Artık kendi gözleriyle değil çuvalın delikleriyle görüyordu her şeyi. Aslında bu çuval onu her şeyden koruyordu. Çünkü ne tam duyuyor ne tam görüyordu.. Onu üzecek şeylerin hepsinden bir çuvalın içine girerek kurtulmuş saklamıştı kendini.. İçindeki her şeyi korumak için ve dışındaki her şeyden korunmak için çuvalın içindeydi. Dün gece sıyırıp attı üstünden çuvalını ve nefret bulantıları öyle başladı. Küçük renkli şeyler vermişti bakkal onlardan içiyordu geçsin diye bulantıları.. Tamam, renkli değildi ama bir renk bulmak istiyordu onlarda.. “Renkler hep vardır mesele onları bulmakta” diyen anlayışa inanarak… Minibüslerden nefret ediyordu, özel taşıtlardan da.. Özelinin de toplusunun da ta bir yerlerine “oturmak” istiyordu. Yanına oturduğu insanların kalçaları ve kollarıyla temas halini sevmiyordu..nefeslerini duymak da istemiyordu…

Kampüse vardı, adına şenlik dedikleri şeyden vardı insanlar atlayıp zıplıyor, kahkahalar atıyor “kuşlar gibi” cıvıldıyorlardı canlarım… Kalabalıklardı.. Hiçbir zaman insanların bu kadar çok insanla birden eğlenebilmesini anlamamıştı. “Bir insan herkesi sevemez herkese bu kadar yakın olamaz” derdi inatla.. Ama artık önemli değildi.. Çünkü hepsini aynı görüyordu gözleri siyah ve beyaz… Ama hiç beyaz yoktu öyle ki aynaya baktığında bile siyah vardı… Kendisinin de et yığını olarak gördüğü diğerlerinden bir farkı olmaması sıkmıyordu canını çünkü üzümler birbirlerine baka baka kararırdı… Baktığı her insan yüzünde, içinde siyah bi leke bırakıyordu.. Bakması bu lekelere neden olurken konuştuğunda olanlardan hiç bahsetmiyorum…Ki artık kimseyle konuşmuyordu.. Konuşmamayı en etkili yöntem olarak görüyordu sakinliği yakalamak için, ama her geçen gün içindeki nefret bulantısı çoğalıyordu.. Bi sigara yaktı yakındaki bir ağacın altına oturdu.. Simsiyah bir yüzün geçmekte olduğunu gördü, bulantısı dayanamayacak bir hal aldı, yanına gitti, simsiyah “şey” konuşmaya başlar başlamaz dayanamadı, kustu..

Yaşadığı zevkten beyni uyuşmuştu adeta… Renkli şeylere gerek yoktu bugün…Çünkü her şey renklenmişti birden. Sırtüstü yattı… Bitmek bilmeyen dalgaya bıraktı kendini… Bir fener yandı…Dönüyor…dönüyor…dönüyor… Hiçbir yere gidesi yoktu… uçtu uçtu yok oldu… Ondan geriye bir tek çuvalı kaldı…

(http://zendust.blogspot.com/)

Böyle Sıyırdı Zerdüşt—

Read Full Post »

Kaos…

 Onsekizinci yüzyıldan bu yana görülen bir rüya var; buna göre bilim, şeklin uzay içindeki evrimini atlamıştır. Bir akışı düşündüğünüzde, bir akışı düşünmenin bir çok yolu vardır, iktisatın akışı ya da tarihin akışı. Akış önce tabakalar halindedir, sonra çatallaşıp çok daha komplike bir duruma, hatta salınımlı bir hale geçer. Daha sonra da kaosa dönüşür.

 Şekillerin evrenselliği, boyutsuzluğu aşan benzersizlikler, akış içindeki akışların yinelenme gücü, bütün bunlar değişme denklemlerine ilişkin standart diferansiyel hesaplama yaklaşımının kapsamı dışında kalmaktadır. Fakat bunu görebilmek kolay olmamıştır. Bilimde problemler mevcut olan bilimsel dille ifade edilir. Libchaber’in akışlara ilişkin sezgilerini ise bugün de dahil yirminci yüzyılda ifade edebilecek tek dil şiir dili olabilir.

Kaos – James Gleick

Read Full Post »

Hiç hiçbir şeyi bilmiyorlar, bilmek istemiyorlar.

Hiç hiçbir şeyi görmüyorlar, görmek istemiyorlar.

Şu cahillere bak, dünyanın sahibi onlar.

Şu cahillere bak, dünyanın hakimi onlar.

Onlardan değilsen eğer,sana zalim derler .

Onlara aldırma Hayyam dostum… *(siyasiyabend)
bak şimdi, sözü dolaylandırmadan, teşbih yapmadan, mecazi mürsele değinmeden, betimleme yapmadan, hatta tanım bile yapmadan, en sade halk diliyle anlatıcam olayları… her şeyi gördüğüm gözle anlatacağım. belki ilk defa düşüncelerimi katmayacağım. diyorum ya salt gördüğümü anlatıcam, ve salt görülenler bilgi kategorisindedir, bilgi paylaşılınca kutsaldır…

bu anlatıcaklarımın tek bir kelimesi dahi yalan değil ve gayet öz… bana küfretmen için, benim gibileri bile bu zihniyete sokanları lanetlemen için anlatıyorum sana. liseden başlayayım anlatmaya. TM bölümü mezunuyum, düz liseden. o zaman da geleceğe dair hiç bir hayalim yoktu. ertesi gün yaşayacağımı bile düşünmezdim genelde.. üniversite mi? sikimde değil..
lise bitti “okumam” dedim, “bu ülkede okumak saçmalık” dedim bir sene sonra ailem yüzünden hiç çalışmadan sınava girip kocaelide 2 yıl turizm ve seyahat işletmeciliği okudum. muhabbetin, kuşkusuz, amına koyarak okudum, neredeyse hiç ders te çalışmadım. okul bitti. bitirene kadar da, “ancak aptallar ders çalışır” derdim. hala diyorum: “ancak aptallar ve köle olmak isteyenler ders çalışır…” değişmiş biraz..

bizonun (siyasiyanın solisti) sözleri ve sesi geliyor kulağıma. sürekli, liseden beri bu şarkıyı söyleyip duruyorum içimden. kafamın için de bir bizon murat besliyorum.

neyse üniversite bitti, ben her mezun gibi işsiz kaldım. tam iki yıl. şu ana kadar iki yıl işsizdim. gidip gelip, neredeyse para almadığım bir işyeri vardı son 6 aydır. laf olsun diye, bir de birşeyler öğrenirim diye gidip geliyordum ve turizmle alakasız bir yazılım firmasıydı. tanıdık işte.
yaklaşık iki yıldır dörtyüze yakın başvuru yaptım her sektör ve eleman arayan her firmaya (dünya rekoru 700küsur) birçok görüşmelere gittim. sakalım vardır normalde, okan bayülgenin son zamanlarda yaptığı sakal benzeri ve kesmekten nefret ederim. her görüşmede kestim sakalımı, küpelerimi çıkarttım, gömlek giymekten-kumaş pantolondan ve kravattan nefret ederim. istemediğim her şeyi yaptım görüşmelerde.

en iyi görüşmem bi bankayla oldu. 4 kademeli bir görüşmeydi, 4. kademeye gelmişseniz işi almışsınız demektir, dediler. ben üçüncü aşamaya kadar geldim ve elendim. neden mi? torpilim yokmuş, dolaylı olarak söylenen tabi…

neyse, bu gittiğim yazılım firması büyük iş yerlerine paket program yazan bir firma ve ben de altı aydır profesyonel kullanıcı olmak için gidiyordum. aslında profesyonel olmak için 1 ay yeterli. sonraki beş ay da boş kalmamak için gidip geldim. yazılım firmasının tanımadığı fabrika-şirket yok, ve ben de işi bilen bir kişiyim tabi. bu firmadan kaynaklı 15e yakın görüşme yaptırıldım. adamlar fabrikalarına, yazılan programın profesyonel kullanıcısını arıyorlardı, piyasada benden başka bu programın profesyonel kullanıcısı yoktu ama adamlar işe başkalarını alıyorlardı, adamlar herhangi bir mühendis ya da ilkokul mezunuydular. anlamıyordum….

insanların ilişkilerine hiç kafam basmaz. bunu hayatımda defalarca söyledim, anlayamıyorum insan ilişkilerini.

uzun sözün kısası, bu işi de zaten istiyor muydum? hayır tabiki. benim hayallerim böyle değil… benim yaşam amacım da o insanlara göre değil.. ama en azından askere kadar kendi tarlamı alacak parayı bulmam lazım, hiç olmazsa kendimi finanse etmem gerekli. farkettim ki, bunu yapmak için tanıdık bulmalıyım.

iki yıllık uzun bir uğraştan, 400 iş görüşmesinden sonra bir “yüce tanıdık” buldum. dedi ki: şu gün şu fabrikaya görüşmeye git…

en geniş halimdeyim artık. 400 görüşmeden sonra skmde değil sakalım, küpem şeklim vs.. en kendim halimle gittim, direkt fabrika müdürüyle görüşmeye alındım. ve daha önceden gittiğim 400 firmadan daha köklü ve kar marjı daha yüksek olan bir firma bu, yanı sıra doğanın daha çok içine eden tabiki…
görüşmede, adam cvye baktı, ordaki soruları tekrar sordu, tüm bunların üstüne ben: “x yüce kişisi aracılığıyla geldiğimin farkındayım, o yokmuş gibi bir görüşme yaparsak sevinirim” dedim. bir sessizlik oldu ve “biz seni arayacağız, tekrar görüşmek üzere” dedi.. bunu çok duymuştum, biliyorum aramayacaklardı..
ha tabi ek olarak; bu fabrikaya başvuru yapmadan 1 ay önce önce, buranın beraber çalıştığı bir küçük çaplısına “vasıfsız-tecrübesiz işçi” olarak başvuru yapıp görüşmeye bile çağırılmamıştım.

ertesi gün sabahın körü telefonum çaldı, baktım; “biz sizi a fabrikasından arıyoruz” dedi,
-buyrun
– iş başvurunuz onaylanmış; mailinize, işe başlamak için gerekli olan evraklar yollanmıştır, yarın bu evrakları toplayıp gelip işe başlayabilirsiniz, dediler.
-teşekkürler;

telefonu kapatıp, ohaaa! dedim.
ne olarak başlayacaktım işe, hiç konuşmamıştık, ben turizm mezunuydum, fabrika otomotiv sektöründeydi. benim otomotivle alakam yoktu. işçilik derseler de sktr olup gidecektim zaten.

ertesi gün, x departmanı sorumlusu olmak için gerekli belgeleri getirdiniz mi dediler?
ne? x departmanı sorumlusu mu? iyi de ben bi bok bilmiyorum ki?
hahah sorun mu kardeşim, torpilin var…

şimdi mi?
evet, üç haftadır blogta yazamıyorum, eve gözlerim bilgisayar karşısında oturmaktan şişmiş, ayaklarım fabrika içinde koşturmaktan ters dönmüş bir şekilde geliyorum. haftamın beş gününü, hayatımın en güzel zamanlarını, gözlerimi, enerjimin tümünü ve aklımı fabrikaya makul bir ücrete kiralıyorum. gelen stress ve agresifliği de ikramiye olarak veriyorlar.

aldığım parayla yiyecek-barınma-giyinme ihtiyacımı karşılıyorum, yiyeceğim tekrar enerji olarak onlara dönüyor, barınma dolaylı olarak onlara dönüyor, çünkü bir evim olursa eve gelince de fabrika sorunlarını nasıl çözebileceğimi düşünürüm ve kıyafetlerimi de onların şartlarına uygun satın aldığım için kıyafetlerini giyerim. o aradaki boşluklarda da kendim olarak yaşayabiliyorum. ama kıyafetlerim benimmiş, düşüncelerim bana aitmiş gibi hissederim. hatırlar mısınız? çıplak kalın demiştim bir yazımda.. tamamen sebep buydu..

ha bunun dışında kalan harcamadığım paraya mı ne olacak? evet kendime kocaman bir tarla alacağım.toplam 2 sene sonra asker(!)den dönünce sktr olup gidicem. ama onların ihtiyaçlarına hizmet etmekten artan para var mı diye sorar mısınız? komik…

evet ben yine de gideceğim, şimdi yalnızca bir “normal insan hayatları belgeseli” çekiyorum. dostlarla sahip olduğumuz otonomumuzda anlatabileceğim hikayeler ve o zaman yazabileceğim kitabıma gerçekler biriktiriyorum. insan hayatlarını izliyorum, insanların hayatlarını… normal hayat(!) insanlarını… hayat insanlarını… üç kuruşa bedenininden fazlasını satabilecek kadar cüretsiz aptalların hikayelerini biriktiriyorum. hayat kadınlarının yanında gurursuz kalacak insanların yaşamlarına bakıyorum, dalga geçiyorum, sorular soruyorum ve çok yoruluyorum….

elimi arkama saklayıp sıkı sıkı tuttuğum bir “doğal hayat” var hala… normal insanlara göstermeden önce anlatıyorum, komikleşiyorlar. bir hayat kadını bekaretin değerini bilebilir hatta ne olduğunu bile bilir, oysa hayat insanları herşeyi unutmuşlar ve; hepsinin ceplerinde bir kredi kartı ve bir prozac kutusu sinsice gülümsüyor. bende onlara gülümsüyorum beni normal(!) sanıyorlar…

bu hayat insanları, hayat kadınları gibi değil de…. bu günün aptal sürtükleri gibi.. hani her gördüğüyle yatan, marka bağımlısı, beynini ve kendini unutmuş salaklar gibi.. hayat kadınları onurlu ve düşünceli ama muhtaçtırlar.

kendi içimde dönüp duran yazılarımdan sonra biraz farklı versiyonlarıyla, kesin karakterleriyle, genellemesiz bir biçimde geliyorum. toprak kokan zamanlarda anlatacak, sadece fikir değil olaylarla destekleyebildiğim yazılarla geliyorum…

belki de gidiyorumdur… daha seyrek burdayım. özleyin beni anacım. bayy.

(http://zendust.blogspot.com/)

böyle sıyırdı zerdüşt—

Read Full Post »

Orospu…

1

Sorular

 

Sorular; nefretimden damlar düşer varlığımdaki çamura,

Kulluktan isyan eden bir şeytanın ağzında, sorular!

Söyle!

Bir dinsize de gösterebilir misin yol?

Bir pezevengi bağışlayabilir misin?

Ve arka sokakların kabuk bağlamış karanlığında, bir orospuyu aydınlatabilir misin?

 

2

Çıtı pıtı yürüyüşüyle gece karanlığının içinde dans eden çekirgemdi o. Tek bir kişiye gönül vermez, herkesi severdi. Tek bir erkekle yetinmez, değişir, değiştirirdi. Yüreği, oyunu bilirdi. Oyalanıp eğlenirdi. Ondan güzel eğleneni gördüğümü de söyleyemem.

Hiç kimseye sahip değildi. Sahip olmayı sevmezdi. Severdi, sevdiği kadar bedenlerde gezerdi. Sonra tükendi dediği bedenden başka bir bedene sıçrar giderdi.

Güzelliğe hayrandı, en çok da kendi güzelliğine. Hayran bırakmayı da severdi. En yakışıklı erkekleri kendine tav eder, âşık olacakları safhada onları terk eder, giderdi. Erkeğini ağlattığında, “uçma vaktidir” derdi. Kısacası, ruhsuz ve narsis bedenlerden, gözyaşları içinde kalmış ruh var etmeyi severdi.

Yine de hemen herkes ona orospu derdi. Oysa o, onlara manayı verip, bedenden öteye götüren başöğretmendi.

Seçtiği erkekleri bilirdim. Benimle tanıştırırdı ilkin. “Dostum” derdi, “bu ‘Jelâtin Murat’”. Evet, tam da böyleydi o. Avına lakap takardı. Öyle yerdi. O erkekleri ruhsuz bulurdum hep. Mankenlik ajansının donuk ifadeleri: baby face’leriyle takılır dururdu çekirgem. Beden güzelliklerinden başka sunacak hiçbir şeyleri olmadığını düşündüğüm tipleri dolardı hayatına. Sonra da âşık olamadığı için yanardı. Çünkü ruhsuz mankenlere ruh katar, onları aşka atardı. Ve çekilip giderdi aradan, kabaca; tekmeyi basardı.

Ama geride kalanlar, anlardı. Anlardı dünyanın yaşanası ve ölünesi tek hakikatini. Gözlerindeki yaşların suladığı gönül bahçesinin en tatlı meyvesini tadarlardı. Çorak topraklarına su damlar, adam olmayanlar, dertleşecek âdem arardı.

Futbolla, arabalarla, seks muhabbetiyle kurulmuş ‘hayat’ları aşka çalardı, yutamazdı onları artık. Onlar da anlarlardı.

Anlarlardı ama tek bir şey anlaşılmazdı: Jalenin orospu değil Jale olduğu.
Ona bunu diyenler de bilirlerdi ki, bu orospu, hayatlarının önlerine dikilen aynaydı. Bu yüzden gözlerine yaş düşerdi. Ne yazık, onlar da ‘beden’ değillerdi. Bunu öğrendiklerinde, aynada yiterler, aşkın acısını kabullenmemek adına ona ‘orospu’ derlerdi.

Oysa o sadece jaleydi. Âşık değildi. Aşkı aradı. Ama kendisine âşık ettiği erkeklere hayat bahşederken, kendisini aşktan ederdi.

Sonra bir şey öğrendim…

Jale âşıkmış. Hem de herkese, her şeye değil…

Önüme serdiği erkek arkadaşlarıyla başımı döndürmek isteyen, sevdiğini söyleyemeyecek, küçük bir kız çocuğu gibi söyleyememeyi türlü şekillere sokup, kalıplara dökecek kadar bana âşıkmış.

Bana, seni seviyorum diyemeyecek kadar âşıkmış.

Beni aldatacak kadar bana âşıkmış.

Ve daha kötüsünü de biliyorum artık:

Ben de ona âşıkmışım.

Şimdi ona öfkeyle OROSPU diyecek kadar hem de.

 Kali Rind—

Read Full Post »

aşkın tarifi basittir ikinin bir olmasıdır hem ruhsal hem bedensel, platonik aşkları saymıyorum bile, karşılıksız aşkları saymıyorum bile, saygım olmadığından değil iki bir olmadığı için, biraz akıl oyunları yapalım seninle 1in 2’ye eşit olduğunu göstereyim sana
2’leri kare olarak düşün (A2-B2)=(A-B)x(A+B) ok
(A2-A2)=(A-A)x(A+A) ok
yine (A2-A2)= A(A-A) ok
şimdi bunları eşitleyelim A(A-A)=(A-A)x(A+A) ok
(A-A)lar birbirini götürsün sonuç A= A+A ok, işlemler doğrudur, kontrol et, aşk böyle bir şey işte ….

Read Full Post »

Gece…

sihir

 

…bir sihirli kelimem var, GECE, gece hakkında yazılmaz mı, kendi kelimelerimle, kelimeler bazen kel imler,,, insanı dosdoğru da gösterebilirler,
Gece ana rahmine sığınmaktır en başta,
sesin ne menem bir şey olduğunu geceler öğretir bize, sessizliğin de,
gece basitçe gündüzü takip etmez,
gün düzdür gece eğri büğrü, gündüz aklımıza düşmeyenler gece aklımıza düşüverir, gündüz ve gece ayrı ayrı şeyleri düşünürüz,
gece soğuktur bu doğru ama bir insan bilirki ruhun üşümesidir beter olan vücudun değil, gece ruhu üşüyenlere sıcaklık verir,
hayaldir gece, katran karası, çingene pembesi, umudun mavisi, ayva kırmızısı, gül mavisi, nar mavisi, gece bazen gündüzden daha beyazdır,
rüyadır gece, uykuda bile bırakmaz peşimizi,
gece iki hecedir ve gün kralsa gece ecedir…
Gece benliktir, gece insan kendinden kaçamaz, kendine dokunur, kendini hisseder, kendiyle barışır, kendine küser,
Gece acıdır, acının hası gece vurur adamı, gece acıtır,
gece evren büyür, binlerce güneş serer gözümüzün önüne,
Gece şeytanı sever, gece şeytana uyar,
gece günahtır, günahkardır, gece sırdır, sırdaştır, gece dosttur, arkadaştır,
aşk geceye sığmaz lakin ayrılık olmuşsa hesap geceye kesilir,
gece yan kesicidir, hırsızdır, çalar,
gece çapkındır, gece serseridir,
biraz da kendi kafasına göre hareket eden bir çocuktur gece, gece yaramazdır,
gece eğlenmeyi sever, gece içki içer sarhoş olur, gece esrar içer mayhoş olur, gece takılmayı sever, kendine takılanları sever,
gece mahremiyettir bir taraftan, gece sukuneti sever,
gece kitap okur, entelektüeldir, gece sanatçıdır, yaratır,
gece deniz konuşur, rüzgar konuşur, yağmur konuşur,
gece baykuştur ve bazen uğursuzdur,
gece karanlıktır, gece yalnızlıktır, gece korkudur, ölüm geceye sokulur, ölüm karadır derler, gece karadır,
gece beladır, gece kafa atar, kurşun sıkar, gece katildir, adam boğazlar,
gece kalenderdir nezarete düşer,
entrikalar gece planlanır,
Bunalım azar azar gece azar, gecenin uykusu kaçar,
gece voltadır,
gece sevişmeyi sever,
gece hatırlamaktır ama unutmaktır da,
gece mumu sever, ateşi sever, gece müziği sever,
gece uyursan kıpkısadır, uyumazsan upuzun,
gece şöhreti sever, gece sohbeti sever,
gece, “gece gece”dir, uyarır ama kendisi söz dinlemez,
gece duygudur, duygusaldır, duygudaştır,
gece akıllıdır, gece plan yapmaya bayılır,
gece farkındalıktır,
gece, biz mi ona sarılırız, o mu bize sarılır, bilinmez,
gece masaldır, rivayete göre 1001 gece vardır,
gece oyunu tek kişilik oynamayı sever,
gece aydır,
gece felsefeyi sever,
Gece hiçliğe yaklaşır insan, nihilist oluverir,
Filozof, “önemli olan tek felsefe sorunu intihardır” der ve insanlar bu sorunu gece çözmek isterler,
gece batıl inançtır, büyüdür, gece duadır, gece tanrıyı yaklaştırır,
gece sayıklar bazen,
gece ulur hem de köpek gibi, gece uyur tıpkı ceylan gibi,
gece ayazdır, insanın içine işler,
gece tiryakidir, müpteladır, keştir, gece keşiftir, gece keyiftir, gece hazdır,
gündüz karıncadır, gece ağustos böceği,
gece ağlar,
gece ve gündüz birbirlerini yok ederler ama var da ederler birbirlerini,
gece yang’dir, dengedir,
gece karabasandır, kabustur ara ara,
gece gizler, gizemlidir,
gece yarasadır, kördür ama iyi işitir,
gece hasrettir, sıladır, özlemdir…
gece hüzündür, kederdir,
felek gündüzdür, gece kaderdir,
gece çiğdir, nemdir, gözyaşıdır,
gece; ya dost uğrar ona ya düşman,
gece sancıdır,
gecenin kurallarla, yasaklarla arası pek iyi değildir,
gece vurur, gece kırar, gece dağıtır,
gece kuşkudur, paranoyadır, gece cindir, peridir, halüsinasyondur, illizyondur, maharetli bir illizyonisttir,
gece beste yapar, gece şiir yazar, gece hayatın anlamını arar, gece eleştirir,
gece ayindir,
gece umuttur,

Bahis konusu benim umutlarım
Perspektif sorunlu umutlarım
Gel gör ki anlaşılmaz , kilitli bir büyüdür
Yanına yaklaşılmaz , yaklaştıkça küçülür
Duy da inanma
Sağır sultanın karısı duydu
O bile inanmadı
Bile bile inanmadı
Umutlarım ?
Böldükçe çoğaldı
Yuvarladım mantığa çarptı
Topladım incir çekirdeğini doldurmadı
Çıkardım okyanuslara sığmadı

Umutlarım !
Tüm renkleri çılgın bukalemunun
Tek celsede sonlanmaz , dokuz canlıdır
Onlarsız yaşanmaz , yalnızlık ilacıdır.

gece cesurdur,
gece süslenmeyi sevmez, doğaldır,
gece bekçidir, bekleyiştir,
gece tembeldir ama dansetmeyi sever,
gece dinginliktir lakin işler karışınca gece karışır,
gece hayduttur, taciz eder,
gece zordur, zorbalıktır,
gece mordur, mor balıktır,
gece kordur, ordalıktır,
gece yorar, gece sorar,
gece kısa cümleler kurmayı sever,
gece fantezidir,
gece kara sevdalanır, gece cehennemdir,
gece haindir,
cennetin altı katı gündüzdedir ama yedinci katı gecededir,
gece kıskanır,
gece haykırır,
gece şehrin efsanesidir,
gece ıssızdır,uçsuzdur, bucaksızdır,
okyanus gecenin kardeşidir,
gece mağrurdur, alçak gönüllü,
gece yürek yakar, gönül verir, kalp yapar,
gece mercek gibidir, yakınlaştırır, uzaklaştırır,
gece, bütün dünyayı kaplamaz bu doğru, ama bütün evreni kaplar, gece sonlu bir sonsuzluktur,
gece karadelik kadar delidir, küçük balığın büyük balığı yutmasıdır,
mesafeler erir onun içinde, perspektif yok olur, yakının yakın olduğu bir yakınlık, uzak gibi bir uzaklıktır gece,
gece, masumiyet yakışır ona ama sanmayınki hep masum,
gece lanetli bir aynadır, karabüyüdür, dipsiz bir kuyudur; Lanetli aynalar insanın içini gösterir , karabüyüler insanın yazgısını çiviler , dipsiz kuyular insana ölümü özletir…

gece sezgidir, gece yazgımdır…
yazı bir oyundur, yazgım bir oyundur…

Read Full Post »

(…) Yalnız bir gün “neden” yükselir ve her şey bu şaşkınlık kokan bıkkınlık içinde başlar. “Başlar”, işte bu önemli. Bıkkınlık, makinemsi bir yaşamın edimlerinin sonundadır, ama aynı zamanda bilincin devinimini başlatır. Onu uyandırır, gerisine yol açar. Gerisi, bilinçsiz olarak yeniden zincire dönüş ya da kesin uyanıştır. Uyanışın ardından sonuç gelir zamanla; intihar ya da iyileşme. (24)

Read Full Post »

Bozkırkurdu – Hermann Hesse

(…) Okuyorum: “İnsanların büyük çoğunluğu yüzmeyi öğrenmeden yüzmek istemez.” Ne anlamlı bir söz değil mi? Yüzmek istememeleri doğal, çünkü karada yaşamak için yaratılmışlar, suda değil. Ve düşünmek istememeleri de doğal, çünkü yaşamak için yaratılmışlar , düşünmek için değil! Evet, kim düşünürse, kim düşünmeyi kendisi için temel uğraş yaparsa, bunda ileri bir noktaya ulaşabilir; ne var ki, karayla suyu değiş tokuş etmiştir böyle biri ve bir gün gelir suda boğulur.

 

(…) Kişiliğiniz, içine kapatıldığınız bir hapisanedir.

 

(…) Bozkırkurdu özellikle söz konusu eğiliminden yaşam için yararlı bir felsefeyi zamanla kotarmasını bilmişti. Darda kaldı mı başvuracağı bir çıkış yolunun önünde sürekli açık beklediği düşüncesiyle içli dışlı oluşu kendisine güç vermiş, bir merak duygusu kendisini acı ve sıkıntıları yaşamaya yöneltmişti. Pek tatsız durumlara düştüğü zamanlar bazen vahşi bir kıvanç, bir çeşit oh olsun duygusuyla şöyle düşünmüştü: “Bir insandaki dayanma gücünün sınırını merak ediyorum doğrusu! Baktım ki katlanabilirliğin sınırına geldim dayandım, kapıyı açıverir, esenliğe kavuşurum.” İntihar eden pek çok kişi vardır ki, bu düşünce olağanüstü güç sağlar kendilerine.

 

İnsanlığın her zaman varlığını sürdüren bir durumu olarak “burjuvalık”, bir denge sağlama, insan davranışındaki sayısız aşırı uçlar ve karşıt çiftler arasında dengeli bir orta yolu ele geçirme çabasından başka şey değildir. Bu karşıt çiftlerden birini, örneğin bir ermişle zevkperest bir kişiyi ele alırsak, benzetimiz daha iyi anlaşılacaktır. İnsan, kendini tümüyle manevi değerlere, Tanrıya yaklaşma çabasına, ermişlik idealine adama olanağına sahiptir. Bunun tersine, kendini tümüyle içgüdüsel yaşama, duygularının isteklerine teslim edip çabasını anlık hazların kazanımına yöneltme olanağıyla da donatılmıştır. Birinci yol ermişliğe, manevi şehitliğe, Tanrı uğruna kendini feda etmeye; ikinci yol ise zevkperestliğe, içgüdüler uğruna kendini vermeye, çürüyüp kokuşmalar uğruna kendini gözden çıkarmaya götürür kişiyi. İşte orta sınıf insanı bu ikisi arasındaki ılıman iklimde yaşamaya çalışır. Asla kendini gözden çıkarmaz, ne çilekeşliğe ne de zevkperestliğe adar kendini, asla canını vermeye kalkmaz, asla yok olmayı istemez. Tersine, onun ideali nefsinden el çekmek değil, ben’ini ayakta tutmaktır, ne ermişlik ne de onun karşıtı uğrunda çaba harcar. Kayıtsız şartsız taraf tutmak onun katlanamayacağı şeydir. Tanrıya olduğu gibi zevkperestliğe de kulluk etmek ister, erdemli olmaya çalışır, öte yandan bu yeryüzünde biraz da adam gibi rahat yaşamaya bakar. Kısacası aşırı uçlar ortasında, şiddetli rüzgarlardan, fırtınalardan korunmuş, sağlığına yararlı ılıman bir bölgede yerleşmeye uğraşır. Bunun üstesinden gelirse de, kayıtsız şartsızlığa ve aşırılığa yönelik bir hayatın sağlayacağı yaşam ve duygu yoğunluğundan da el çekmek zorunda kalır. Hayatı yoğun olarak yaşayabilmenin tek yolu, faturayı ben’e ödetmektir. Orta sınıftan biri için kendi ben’inden, kuşkusuz yeterince gelişmeyip güdük kalmış bu ben’den değerli bir şey yoktur. Dolayısıyla, yoğunluk pahasına kendini ayakta tutar, güven içinde yaşar, tanrıya sevdalanmışlığını verip vicdan rahatlığını alır karşılığında, hazzı verip hoşnutluğu, özgürlüğü verip rahatlığı, ölümcül ateşi verip tatlı sıcaklığı alır. Bu yüzdendir ki yaradılış bakımından orta sınıfa mensup biri güçsüz bir yaşam dürtüsüyle donatılmıştır, korkaktır, kendisini elden çıkarmaktan çekinir, kolay yönetilecek biridir. Dolayısıyla, gücün yerine çoğunluğu, şiddetin yerine yasayı, sorumluluğun yerine oylamayı geçirmiştir.

 

 

Hayatımdaki buna benzer sarsıntılardan her biri, sonunda bana yeni bir şey kazandırdı, bunu yadsıyamam; özgürlükten, ustan, derinlikten yana, öte yandan yalnızlıktan, anlaşılmazlıktan, soğukluktan yana bir kazanım. Burjuvazi açısından bakıldığında, bir sarsıntıdan öbürüne akıp giden yaşamım sürekli bir iniş oluşturdu, normalden, izin verilenden, sağlıklıdan giderek uzaklaştı. Yıllar geçtikçe mesleğim, ailem, vatanım elimden çıkıp gitti, her türlü sosyal ilişkinin dışında aldım soluğu; kimse tarafından sevilmeyen, pek çok kişinin kuşkuyla baktığı, kamuoyu ve ahlakıyla sürekli ve amansız çatışma içinde tek başına biri olup çıktım. Eskisi gibi burjuvazinin çizdiği sınırlar içinde yaşasam bile, tüm duygu ve düşüncelerimle bu dünyanın ortasında yine de bir yabancıya dönüştüm. Din, vatan, aile, devlet gözümde değerini yitirdi, beni şuncacık ilgilendirmez oldu, bilimin, loncaların, sanatların büyüklük taslamasından tiksiniyordum; görüşlerim, beğenim, bir zamanlar yetenekli ve sevilen bir adam olarak parlayıp öne çıkmamı sağlayan düşüncelerim gereken ilgiden yoksun kalmış, kendi haline terk edilmiş, herkesi huylandırmaya başlamıştı. Bütün o büyük acılara mal olan değişimlerin sonunda pek küçük bir şey ele geçirebilmişsem, bedelini ağır şekilde ödemek zorunda kalmıştım. Bir değişimden ötekisine yaşamım daha sert, daha çetin, daha yalnız ve tehlikelere daha açık bir durum almıştı. Allah için, Nietzsche’nin “Güz Şarkısı”ndaki gibi beni giderek solunmaz nitelik kazanan bir hava içine sürüklemiş yolda daha fazla yürümeyi arzulamam için hiçbir neden yok.

 

“İnsan”ın, yaradılış süreci sona ermiş bir varlık değil, usun bir dayatması olduğunu, söz konusu süreci geride bırakmış insanın korkulduğu kadar özlenen, uzak bir olasılık niteliği taşıdığını ve oraya götürecek yolun her zaman ancak bir bölümünün, kendilerini bugün giyotinin, yarın bir şeref anıtının beklediği eşine az rastlanır bireyler tarafından müthiş acı ve cezbelerle geride bırakılabileceğini Bozkırkurdu da sezer.

 

“Uslu birine benziyorsun,” dedi beni cesaretlendirerek. “İnsanı zora koşmuyorsun. Bahse girerim ki, son kez bir kimsenin sözünü dinleyip dediğini yapalı hayli zaman olmuştur.”

“Doğru, bahsi kazandınız. Peki, nasıl bildiniz bunu?”

“Bilmeyecek ne var! Söz dinlemek, yemek içmek gibidir. Kim uzun süre böyle bir şeyden yoksun kalmışsa, onun için bundan değerli şey yoktur. Severek dinliyorsun benim sözümü, öyle değil mi?”

 

 

(…) Tasarlanamayacak kadar güzel ve yeni bir şeydi bu, uzun zamandır hiçbir şeyi beklememiş, hiçbir şeye sevinmemiş benim için, ben ayağı suya ermiş kişi için. Bütün gün tedirgin ve endişeli sağa sola koşarak vakit öldürmek, akşamki buluşmayı, akşam aramızda geçecek konuşmaları ve bu geceden çıkacak sonuçları önceden tasarlamak, tıraş olmak ve sırtıma yeni bir gömlek geçirip boynuma yeni bir boyunbağı takmak, büyük bir özenle giyinmek, ayakkabıların bağlarını yenileriyle değiştirmek harikuladeydi doğrusu. Bu akıllı ve gizemli kız kim olursa olsun, aramızdaki ilişki nasıl kurulmuş bulunursa bulunsun, fark etmezdi; böyle bir kız vardı nihayet, bir mucize gerçekleşmiş, karşıma yeniden bir insan çıkmış, yaşama yeniden ilgi duymaya başlamıştım! Önemli olan bunun sürmesiydi, bu çekici güce kendimi teslim etmem, bu parlayan yıldızın peşine takılmamdı.

 

 

 

“Çokluk üzgün bir görünümleri vardır hayvanların,” diyerek konuşmasını sürdürdü. Hermine. “Bir insan pek üzgünse, dişi ağrıdığı ya da para kaybettiği için değil, her şeyin gerçekte nasıl, yaşamın nasıl bir şey olduğunu hissettiği için üzgünse, gerçekten üzgün demektir, işte o vakit biraz hayvana benzer, o zaman üzgün görünür, ama her zamankinden daha gerçek ve güzeldir bu üzüntü. Öyleydi işte; senin de Bozkırkurdu, ilk gördüğümde böyle bir halin vardı.”

 

Bu yetenekli ve ilginç Bay Haller her ne kadar mantık ve insanlığın vaizliğini yapmış, savaşın barbarlığına karşı protestoda bulunmuşsa da, düşüncelerinin mantıksal sonucuna göre davranıp savaş sırasında bir duvar önüne dikilerek bir idam mangasının kurşunlarıyla ölmeye yanaşmamış, şu ya da bu şekilde duruma uyum sağlamaya bakmıştı. Toz kondurulamayacak, soylu bir uyumdu bu kuşkusuz, ama yine de bir uzlaşmaydı. Bu bir yana, gücün ve sömürünün karşısında yer alan biriydi Bay Haller, öyleyken bankada sanayi işletmelerine ait pek çok hisse senedinin sahibiydi ve vicdanı hiç sızlamadan bunların faizlerini alıp çıtır çıtır yiyordu.

 

“Hayır Hermine, öyle değil. O zamanlar, ne yalan söyleyeyim, pek mutsuzdum. Ama aptalca bir mutsuzluktu bu, kısır bir mutsuzluk.”

“Neden?”

“Çünkü aptalca olmasaydı, ölümden o kadar korkmam gerekmezdi, oysa gerçekten özlediğim şeydi ölüm! Benim gereksindiğim, benim aradığım bir başka mutsuzluktur; tutkuyla acı çekmemi ve hazla ölmemi sağlayacak bir mutsuzluk. Benim istediğim böyle bir mutsuzluktur ya da mutluluktur işte.”

“(…) Bozkırkurdu’nu yıpratıyordu bu mutluluk, onu doymuş biri durumuna sokuyor, ama uğrunda ölmeye değer bir mutluluk olmaktan uzak.”

“İlle ölmek gerekiyor yani.”

“Sanıyorum evet! (..)”

 

 

 

“Yaşam konusunda bir fikrin vardı; içinde bir inanç, bir beklenti yaşıyordu; eylemlere, acılara ve özverilere hazırdın. Ama yavaş yavaş anladın ki, dünya hiç de senden eylemlerde ve özverilerde bulunmanı istemiyor; yaşam, kahraman rollerine ve benzeri şeylere yer veren bir kahramanlık destanı değil, insanların yiyip içmeler, kahve yudumlamalar, örgü örmeler, iskambil oynamalar ve radyo dinlemelerle yetinip hallerine şükrettikleri rahat bir orta sınıf evidir.”

 

 

“Ben hiç kimseyim,” diye açıkladı adam nazikçe. “Bizim burada ismimiz yoktur, burada bizler bir kişilik taşımayız. Ben, bir satranç oyuncusuyum. Kişiliğin nasıl kurulacağını öğrenmek mi istiyorsunuz?”

“Evet, lütfen.”

“O zaman bana sizin taşlardan birkaç düzine verir misiniz?”

“Benim taşlardan mı…?”

“Sözde kişiliğinizin dağılmasından oluşan taşlardan. Taşlar olmadan oynayamam çünkü.”

Bunun üzerine adam yüzüme bir ayna tuttu, aynada kişisel bütünlüğümün dağılarak pek çok ben’e ayrılmış olduğunu gördüm yeniden, hatta bana sayıları daha da artmış gibi geldi. (…)

“İnsanın sözde her zaman bir birlik ve bütünlüğü içerdiğine ilişkin o yanlış ve sakıncalı görüşü biliyorsunuz. Şunu da biliyorsunuz ki, insan bir yığın ruhtan, pek çok ben’den oluşur. (…)”

(…)Daha sonra elini neşeyle satranç tahtası üzerinde gezdiren adam, bütün taşları usulcacık devirdi, ardından düşüncelere dalarak titiz bir sanatçı tutumuyla aynı ben parçalarından bambaşka gruplandırmalar, ilişkiler ve çatkılarla yepyeni bir oyun kurdu. Bu oyun birincisine benziyordu, dünya aynı dünya, kullanılan malzeme aynı malzemeydi, ama modülasyonlar değişik, tempo değişikti; motifler bir başka türlü vurgulanmış, konumlar bir başka türlü sergilenmişti.

http://alintilar.blogspot.com/2005/08/bozkrkurdu-hermann-hesse.html

(Hayatımı değiştiren kitaplardan biridir, uyuşturucu deneyimi için, yalnız deliler ve dahiler için diyordu, ama onyedi yaşındayken belki de kitapta esas olarak sezdiğim şey, hayatın benden beklediği kişilik kurmacasıydı, kurarsınız da, ama bir yerde zembereğinden boşanır…

Read Full Post »

0007

 

Reklamlarla her birimize bir nesne daha satın alarak kendimizi ya da yaşamlarımızı değiştirmemiz önerilir.

Aldığımız bu yeni nesne der reklam, sizi bir bakıma daha zenginleştirecektir – aslında o nesneyi almak için para harcayarak biraz daha yoksullaşacak olsanız bile!

Reklam, yüzeysel görünüşü değişmiş, bunun sonucu olarak kıskanılacak duruma gelmiş insanları göstererek bizi bu değişikliğe inandırmaya çalışır. Kıskanılacak durumda olmak, çekici olmak demektir. Reklam çekicilik üretme sürecidir. (131)

 

(…) Alıcıya satmaya çalıştığı ürünle ya da olanakla çekicilik kazanmış olan kendi imgesini yansıtır. Bu imgeyle alıcıda, kendisinin gelecekte olabileceği durumu özleten bir kıskançlık uyandırır. Bu kıskanılası Ben’i yaratan nedir öyleyse? Başkalarının duyduğu kıskançlıktır elbette. Reklam, zevk değil mutluluk vaat eder bize: dışarıdan, başkalarının gözüyle görülen bir mutluluk. Kıskanılmanın getirdiği bu mutluluk da çekicilik yaratır. (132)

 

Seyirci – alıcının, ürünü edindiği zaman erişeceği durumuna bakarak kendini kıskanması beklenir. O ürünle, başkalarının kıskanacağı bir nesne durumuna dönüştüğünü düşünmesi amaçlanır. Bu kıskançlık onda kendini beğenme duygusunu güçlendirecektir. Bunu başka türlüde anlatabiliriz: reklam imgesi alıcıdan, aslında onun kendisine karşı duyduğu sevgiyi çalar; sonra da bu sevgiyi ona, alacağı ürünün fiyatına yeniden satar. (134)

 

Bütün reklamlar huzursuzluk duygusunu işler. Her şey paraya dayanır; parayı ele geçirmek huzursuzluğu yenmek demektir. (143)

 

Reklam, bir tür düşünsel dizge olup çıkar sonunda. Her şeyi kendi diliyle açıklar. Dünyayı yorumlar. (149)

 

daha geniş alıntı için:

http://alintilar.blogspot.com/2007/01/grme-biimleri-john-berger.html

Read Full Post »

« Newer Posts - Older Posts »