Türkiye’nin en büyük firmalarından birisinde çalışırken, bazen, İstanbul’un Anadolu yakasında bulunan ve kendi çalıştığım yer olan Arge bölümünden, öteki yakadaki Genel Müdürlük binasına gitmek zorunda kalırdım. Kıyafet ve zaman kullanımı açısından nispeten esnek olan Arge bölümüne karşılık, orada takım elbise ve kravat ile bulunma zorunluluğu vardı. Bu durum bende kutuplardaki penguenler gibiymişiz hissi uyandırırdı. Bu yerde, hatasıyla sevabıyla, bütün sıcaklığıyla aradığım “insan” yoktu ve ortalık buz gibi sahtelik kokardı ve ortalıkta görünenlerin hepsi birbirine tıpa tıp benzerdi. Bir sürü erkek ve kadının hepsi de aynı şekilde ‘biz farklıyız’ havasında olan ama birbirinin tıpa tıp aynısı olan insanlar gibi gelirdi bana.
Çoğulculuk ve çeşitlilik iddialarının tersine Batı düşüncesi aslında tam da böyle bir ortam yaratıyor bence. Özellikle modernite, farklılığı önemsermiş gibi görünürken, bütün farklılıkları aynılık içinde eriten bir despotizme zemin hazırlar. Şirketler birbirlerinin tıpa tıp aynısı insanları makbul görürler. Okullarda bir prototip yetiştirilmek istenir. Toplumun her alanı sadece bir tip insanın – modern lâik insanın – tüm imkânlarıyla görünür olma hakkına sahip olduğu yerler haline gelmiştir.
Bu durumun bir rastlantı değil, Batı düşüncesinin zorunlu bir sonucu olduğunu düşünüyorum. Heidegger’in söylediği gibi, Batı düşüncesi “hakiki düşünceye” yetenekli bir düşünce değil. Bu düşünce, aklı düşüncenin tek imkânı olarak gördüğü için, aklın, sınırlayıcı, indirgeyici, dualiteler ve dikatomiler yaratıcı yanlışlarını görmekten aciz bir durum yaratıyor. Yani aklın, düşüncenin en azılı düşmanlarından olduğunu göremiyor. Yarattığı dikatomilerden birisini, diğerini indirgemek ve tanımlamak için bir iktidar aracı olarak kullanıyor.
Peki, İslam Tasavvufu bu aşamada bize ne tür bir imkân sağlar? Batı düşüncesinin, yatağında akmakta olan suyu, yatağından çıkarması sonucu, düşüncenin ve hayatın her alanını bozunuma uğrattığını görebiliriz. Bu yıkım, bir taraftan doğayı, diğer taraftan insanı yok etti. Bu durumun görünür hale gelmesi Batı düşüncesi içinde, özellikle Nietzsche sonrası dönemde ve 20.yy felsefeleri içinde büyük bir karşı çıkışa da zemin hazırladı. Bu karşı çıkışların ana amacı suyu yatağına döndürmek olarak görülebilir: Tefekkürü ve bu tefekkürün varlıkla ilişkisini unutmuş Batı düşüncesine unuttuklarını yeniden hatırlatmak!
Nietzsche, İkbal’in çok önemli tespitlerinde önümüze serdiği gibi, suyu yatağına döndürmek için ilk esaslı karşı çıkışı ortaya koyandır. “Tanrı öldü” tespiti, felsefenin ve kilisenin tanrısının öldüğünün bir haberi olarak kocaman bir haykırışla “Lâ” demektir aslında. Bu karşı çıkışın büyüklüğünün altında bir gelenek ve esaslı bir tutunacak dal bulamayan Nietzsche “Lâ”nın arkasını getiremedi maalesef; ancak kendisinden sonraki Batılı düşünürlere suyun akması gereken mecrayı göstermiş oldu en azından!
“Lâ” bir kesiş, bir yok ediş demekti; asıl olana yol açmak için hayati önem taşıyan bir yok ediş! Husserl, Batı düşüncesi içinde “Lâ”dan sonrasını anlayabilmek yolunda büyük çaba gösterdi. “Epoche” kavramı, aslında “Lâ”nın sonrasını getirme çabasından başka bir şey değildir. Duygularımızla algıladığımız nesnelerin ötesinde bulunana ulaşmak çabası olarak “epoche”, olgular dünyasını paranteze almak demekti aslında. Elbette bu olgular dünyasını yok saymak demek değildi. Husserl’in amacı parantez dışında kalan bir varlık alanına ulaşmaktı. Kendi deyimiyle “psişik ben” den temelde ayrı olan “absolut ben”e ulaşmaktı amacı. Yani “biz kendisini bilelim bilmeyelim, kendisi olmadan hiçbir şeyin olamayacağı sarsılmaz, vazgeçilmez kendinde varlık” artık felsefenin ana amacı olmalıydı. Bir yöntem olarak epoche ve “reduction” suyu yatağına geri döndürmek isteyen bir filozofun çabaları olmanın çok ötesinde bir işaretin de görünür hale gelmesidir: Suyu yatağında tutmayı becermiş bir hikmet ve tefekkürün!
Mevlânâ’nın (ve aslında bütün mutasavvıfların) kitaplarından çıkarılabilecek olan yöntem – seyr u sülûk – insanın, “sûret ya da mevhûm benlik”ten sıyrılıp “mânâ ya da ezelî benliğe” ulaşması amacını güder. Tefekkürün de, seyr u sülûk’un da amacı perdelerden sıyrılıp ezelî benliğe ulaşmaktır. Heidegger’in felsefi bir düşünmeye “tefekküre dayalı” düşünmenin yolunu açmak için uğraşması ve bunun ancak unutulmuş olanın geri kazanılması ile mümkün olabileceğini söylemesi, unutulmuş olanın ne olduğunu ve bunun nasıl geri kazanılabileceğini düşündürmelidir bizlere. Unutulmuş olan “Varlık”tır ve hatırlamaya, Nietzsche’nin “Lâ”sı ile başlayan Batı düşüncesi, “epoche” ile ve Heidegger’in “özlü düşünme” dediği tefekkür ile “Lâ”nın gerisini getirmek için kendi düşünce geleneğiyle kesin bir kopuş yaşayarak, hikmet ile bağ kurmaya başlamıştır. Derrida’nın “Dekonstrüksiyon: Muhtemelen Müslümanlar, bana, bunu 1000 yıldır bildiklerini söyleyeceklerdir” dediği şey de bu hikmettir aslında.
Batı düşüncesinin, uzun bir amnezi halinden uyanmak üzereyken yaslandığı felsefi tefekkürün, çok daha orijinal ve derin bir şeklinin, arada bir içine pis sular karışsa da gürül gürül kendi yatağında akan İslam tefekkürü ile onun irfan ve ihsan boyutlarını tanımlayan Tasavvuf olduğunu söylersek abartmış olmayız sanıyorum. Zira İslam tefekkürü “Lâ”nın geri kalanı ile bağını, hiçbir zaman Batı düşüncesinde olduğu gibi kopartmadı. “Ölmeden önce ölmenin” hikmetini kavrayan ve bu hikmetin “Lâ”nın gerisini getirmek için elzem olduğunu bilen bir gelenektir işte bu tefekkür geleneği.
“Tanrı öldü” sözü bu anlamda felsefi bir tanrının ölümünü bildirir ve suyu yatağına çekmek için bir ilk çaba mahiyetini kazanırken, “Lâ”nın gerisini getirmek için de bir giriş anlamını taşır. Tevhîdî bu tefekkür, hayata dikatomiler üzerinden bakmayı reddeder. Kötünün arızî, iyinin ezelî olduğunu bilir. Kötü insan olmadığını ama kötü amel olduğunu bildiği için, insana yönelik umudunu hep taze tutar. “Ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi sevdim” hadis-i kudsi’sinin işaret ettiği şekilde âlemin, öyle new age tarikatlerin sadece lafızlarda kalan anlayışlarında olduğu gibi değil, hakîkî ve “yukardan aşağıya bir rahmet olarak” gelen bir sevgi ile (Vedûd olan Hakk) ayakta durduğunu bilir. Rahmeti gazabını geçmiş Allah’ın “ahlakıyla ahlaklanmak” ne demektir bunu tefekkür eder. Kısacası “Lâ”nın gerisini getirir ve “Lâ ilâhe illallah” cümlesinin derin anlamını her daim yeniden yaşar.
Benim anladığım İslamî tefekkür ve Tasavvuf, son tahlilde suyun yatağında tertemiz akması demektir. Suyu, yatağından uzaklaştırdığı için dünyayı ve insanı yok etmeye başlamış olan düşüncelere bundan daha iyi, bundan daha özgün ve bundan daha köklü bir panzehir olabilir mi?
—
çok da güzel bir yorum yapılmış altına, kamil insan olmak için binlerce yol vardır, batılı diye çizdiğimiz bir genel prototip var, bu birey bilimsel söylemi her türlü söylemin üstünde görür, ama Victor Hügonun Jan Valjanı da bize bu olgun insan tiplemesini çizer mesela.
—
sanırım bilimin ne olduğu kadar ne olmadığını da, aklın kapsadığı alan kadar sınırlarını da idrak etmeliyiz,,,
Sevgili feelozof,
Yaşamın çok da karmaşık bir şey olmadığını, fakat yalnızlıktan ve yaşamın tekdüzeliğinden sıkılan insanın, tıpkı yaprakla oynayan bir yavru kedinin onu gerçek zannetmesi gibi mistisizmi uydurduğunu,
Bilim denen şeyin bir kalıp, bir otorite ya da “uzaklarda bir şey” olmadığını, olsa olsa, insanın, zaten gayrı ihtiyarı olarak normal hayatında da kullandığı, gerçeğe ulaşmasını sağlayan yöntemler bütünü olarak nitelenebileceğini,
Burada ve diğer yerlerde iletişim kurmamızı ve fikir paylaşımında bulmamızı ve dahi gerçeği aramamızı sağlayan cihazların nasıl icat edildiği üzerinde bir daha fazla düşünmen gerektiğini
ve son olarak Nisa Suresi’nin 34. ayeti üzerine bol bol tefekkür yapıp altında “derin manaları” :) araman gerektiğini
hatırlatırım…
http://www.diyanet.gov.tr/kuran/ayet.asp?Kuran_id=4&I3.x=4&I3.y=11&Ayet_No=34
Kadınlar kastediliyor:
“Bunlar fayda vermez de mecbur kalırsanız onları (hafifçe) dövün”
neden insanı geliştirebilecek kıvılcımlar taşıyan, üstelik de gayet haklı noktalardan moderniteye dokunan ve saldırgan üslubu da olmayan bir yazıya böyle bir yorum attın ki, ben bilim karşıtı bir insan değilim, burada da bunu gayet güzel özetledim, bilimin olması gereken alanla ilgilenmesi gerektiğini, hakikatin saf bilimsel bilgiyle idrak edilemeyeceğini öne süren bu makale, odağına aklı almakla beraber hiç de akıl-dışı değil, belirli bir teknik ilerleme, doğrusal olarak insani ilerlemeyi getirmiyor ki, bunu sen çok daha iyi biliyorsun, (bu bilim ve tekniğin potansiyelini yadsımıyor) dinsel metinler sabit ölü metinler değildir, (yapısöküm hocam) hala nisa suresine takıldın kaldın, mevlana da, şehvet ve öfkenin kadını düşük bir konuma sürüklediğini, aşkın ise kadını erkekten de yüce tuttuğunu söylüyor, bunların bir din içinde ifadesini bir tarafa bırakıyorum, makalede mesela tam da yeni tarikatlardan bahsediliyor ve çok güzel bir tesbit olarak (seni ve beni de kapsayacak şekilde bunların lafzda kaldığını söylüyor), en azından bu makale bir söylem olarak modern psikolojiden bile daha tutarlıdır, sen seni salt tanımlanabilir bir nesneye dönüştürecek bir bilime inanmak(!) istiyorsan, bu senin inanç özgürlüğün,,, bu arada gayet nesnel görünen bilimsel düşüncenin bile zamanın siyasasına uygun biçimde şekillendiğini görmek için çok da uzağa gitmeye gerek yok, nazi almanyasısının saf-ırk doktrininin sadece almanyaya özgü olmadığını, o zaman ki bilimsel dünyanın, insanı da ıslah edilmesi gereken bir tür olarak gördüğünü bilmek çooookkk önemli!
cümlemi tekrarlayayım: sanırım bilimin ne olduğu kadar ne olmadığını da, aklın kapsadığı alan kadar sınırlarını da idrak etmeliyiz,,,
allahın ahlakıyla tanımlanan bir ahlak alanına doğrudan karşı çıkılamaz, ancak bu ahlakın yadsınmasıyla mümkündür, diğer türlü, eşitlik, özgürlük, kardeşliğe de ahlakın yadsınması noktasından karşı çıkmak gerekir,,,
adalet duygusu, güzellik, aşk, güven vs, tüm bunlar modern bilimsel söylemin kapsamı dışındaki alanlar, haydar dümene bakacak olursan, erkekler iri göğüslü kadınlara aşık olur, bebesine süt temin edecektir, doğru mu, değil, genel olarak iki metodolojiyle karşı karşıyayız yani, batının tüme varımı, doğunun tümden gelimi, sistemler karmaşıklaştıkça tümevarım, parçaların işaret ettiği sonuçtan bazen tamamen olmak üzere sapıyor,,,
moderniteyi biliyorsun, tek kelimeyle ifade edilmez, ama onu anlatabilecek yakınlıkta tek bir kelime kullanmam istenseydi, “standart” derdim, kapiş?
amacım da bilimsel bir söylemle ahlaki ya da sanatsal bir söylemi karşı karşıya getirmek değil, aksine, hepsinden yararlanarak, insanın hakikatine ulaşmak, yaşamın çok da karmaşık olmadığını söylemişsin, bu çok göreli bir kavram, hayat sanırım hiç bu kadar karmaşık olmamıştı, hiç bir iş güvencesi olmayan ücretli bir işte çalışmak, haddinden fazla kalabalık bir şehirde yaşamak, hiç de basit bir yaşam formunu ifade etmiyor, bunların senin yeteneğin dahilinde olması da hiç bir şey ifade etmiyor, dünyanın her bir parçasının mülk edinilmiş olması ve insanın sisteme büyük oranda “bağımlı” olması da içine doğduğumuz dünya hakkında bir fikir veriyor zannımca,,,
kadınlar hakkında da, sanırım standarta en çok maruz kalanlar onlar olduğu için ayrıca değinmek gerek, bir arzu nesnesi olarak g-string giyen kadının (özlem bendeydi, o göte giren donlar kadar rahatsız bir don olamaz diyordu), hafifçe dövülen : )) kadından ne kadar özgür olduğu da gayet tartışmalı bir nokta, cinsellik özellikle bizim toplumumuzda bastırılmış bir alan, ama cinsel özgürlüğün, liseli kızların bir fantezi fetişi olarak sunulduğu dizilerle kazanılabileceğini düşünmek bence doğru bir giriş noktası değil,,, açık yürekli bir hedonizm, ahlaki bir eleştiriye tabi tutulamaz, bir tercihtir, ancak bir yan ürün olması gereken zevkin bir amaç haline getirilmesi, insanın potansiyelini gerçekleştirmesini kısırlaştırır ancak,,,
bir kültürel birikimi ifade eden insanın beyninin korteksi, insanın doğanın çizdiği çemberin dışına çıkabileceğini gösteriyor, bu anlamda belki insanın doğası yoktur, ama bir anlamda da insanın kendiyle ve çevresiyle kurduğu, kurabileceği dürüst ve samimi bir ilişkinin bir fıtratı olabilir, modern zamanlarda doruğuna çıkan ‘benlik’, ‘kişilik’, ‘kimlik’ kategorilerinin insanın fıtratına zarar verdiğini bile önesürebiliriz. (eşcinsellik bir kimlik olarak kurgulanmaktadır ve aşırı seks içeren söylemleri de baymaktadır)
insanın kendi çıkarını maksimize eden akli bir yaratık olarak tanımlanması kadar bencil, ve mevcut koşullarda, doğuştan gelen kısıtlanmışlıkları yüzünden bunu başaramayacakları görmezden gelmeye çalışan, (şehir merkezlerinden sürülmeleri bunun tam da ifadesidir) bir insan anlayışı kadar ayrımcı bir bakış geçer akçe olamaz,,,
bu arada bu sitede güzel bir şey daha okudum, kanttan bahsederken, kantın eleştiri üçlemesine değinmiş, kantın kelimeleri o günki kullanışlarına değil etimolojik kökenlerine göre kullandığını söylüyor, “kritik” ise varoluş koşullarını ve ilkelerini anlama çabası; dolayısıyla kitapların, akıl nedir, ahlak nedir ve güzellik nedir diye çevrilmesi gerekirdi,,,
e ne diyelim, allah müslümanları kurandan, modernleri kapitalden, post-modernleri kendilerinden korusun :))
Sevgili Feelozof;
Yazı yazmamaya söz vermiş olmama rağmen, cevap yorumun beni duygulandırdığından aşağıdaki yazıyı kaleme almaya karar verdim… Seninle zihin düzeyinde didişmek bana ayrıca zevk verdiğinden bu okkalı tartışmamız da büyük bir mutluluk kaynağı olacak benim için…
Önce ana metine ve ardından senin benim yorumuma cevap olarak yazdıklarına yanıtlar vermeye çalışacağım…
Kendimi tanıtmama izin ver: Ben Batı “Aydınlanmacılığını” ve Doğu’nun “Aydınlanmasını” içine sindirmiş, tecrübe etmiş ve bunları sentezlemiş birisiyim. Hangisinden neyi almamız gerektiğini, bundan 1000 sene sonra bize bırakacakları mirasları kristal berraklığında görebildiğimi iddia ediyorum. Analiz-sentezlerimde büyük oranda olgulara “sub specie aeternitatis”ten (sonsuzluğun perspektifinden) bakarım… Bu nedenle yorumlarım neredeyse ahistoriktir. Yakın çevrem bu nedenle beni kahin diye niteler :)…
Başlayalım…
Yazar 1. paragrafta “Türkiye’nin En Büyük Firmalarından Birisinde” çalıştığını gözümüze sokarcasına yazarken Ar-Ge (yani, antropolojik manada imtiyazlı “şamanların” yeri) bölümünde görev aldığını anlıyoruz. Neredeyse karınca diye niteleyeceği kravatlı görevlilere ise “insan” bile demiyor…
Niçe ne der bilirsin: “Dipsiz karanlığa bakarsan o da sana bakar; canavarlarla savaşanlar canavar olmamaya dikkat etmelidir.”
Bu paragrafın metadil analizini yapan herhangi bir kişi yazarın bu böbürlenmesi ve aşağılamaları karşında “insani değerler” hakkında yorum yapmaya hakkı olmadığını, çünkü kendisinin daha bu değerleri içselleştiremediğini söyleyebilir…
Bakalım yazar bize neler anlatacak?
İkinci paragrafa geldiğimizde sosyalist düşünceden köken alan en büyük “yalan” çıkıyor karşımıza: “Asıl kapitalizm tektip yaşamı körüklüyor” iddiası…
Tarihe baktığımızda bunun tam tersi olduğunu görürüz. İnsanlık Rönesans’a kadar kölelik, ağalık, krallık vs. gibi kavramlarla açıklayacağımız güruhlar halinde yaşamıştır. Ve Rönesans dönemi öyle bir çeşitlilik getirmiştir ki, “her bir insan kıyafetinde kendi tarzını yaratmaya dahi” cüret etmiştir :)… Bugün herkesin bir blog açıp kendi otantikliğini ifade etme şansı vardır ki, bu tarihte eşi benzeri görülmemiş bir çeşitlilik örneğidir.
Bu tektiplik fikrinin kökeni sosyalist düşüncenin geçmişte egemen olduğu ülkelere baktığımızda durumun vahameti gözler önüne serilir. Sosyalizmin “Demir Yumruğu” insanları ezmiş ve düz bir plaka haline getirmiştir. :) Kuzey Kore’nin her yıl yapılan devrim kutlamalarına bakmak dediklerimi kanıtlamaya yeter ;)
Ayrıca yakın zamanda “sosyalizmin eskidiğini” söyleyen Fidel Castro’da bu yazının altına imza atmak istediğini belirtmiştir :)…
Devam edelim…
Üçüncü paragrafa gelince yazar karşımıza Heidegger’i çıkarıyor. Bendeniz bu adamı felsefi düşüncenin evriminde bir çıkmaz sokak olarak görürüm ve Varlık ve Zaman’ı biraz okuduktan bir süre sonra frizbi gibi fırlattığımı hatırlıyorum… HAHAHA :)… İslami eğilimleri iyice belirginleşen yazar, Batı düşüncesinin “Hakiki Düşünce”ye yetenekli olmadığını iddia eden Heidegger’i referans alarak Batı’ya saldırıyor… Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu sayın Feelozof?… Üzerinde milyonlarca saat “hakiki düşünce” ile kafa patlatılarak yaratılmış Batı internetini kullanarak Batı düşüncesine yine Batı düşünürü ile saldır!!!
Devam edelim…
Dördüncü paragrafta yazar “suyun yolundan” çıktığı, “yıkıma gittiğimiz” konusunda bizi uyarıyor. A benim balık hafızalı yazarım. Tarihe dönüp bakmayı unutuyor yazar: İslam’ın Muhammed’den sonra yayılmacı bir politika izleyerek önüne çıkanı kılıçtan geçirdiğini ve Türkler’in “zorla” Müslümanlaştırıldığını… Yazar unutuyor… Yani suyu bu felsefe mi yoluna sokacak? Kökeni kılıç ve yayılmacılık olan bir felsefe?
Devam edelim…
Beşinci paragrafta yazarın Niçe’yi yanlış (kıçından) anladığını görüyoruz. “Tanrı öldü” derken Niçe gerçek bir varoluşçuluk temeli hazırlamaktaydı bizim için. Başka bir dinin inşası için amele değildi o…
Devam edelim…
Altıncı paragrafta yazar bir başka çıkmaz sokağa dalıyor. Husserl… Hakkında 10 bin sayfa yazdığı söylenen fenomolojinin babası Husserl… Adını duyan var mı? Ulaşılan “kendinde şeyi” gören var mı? Evrimin kuralları açıktır. İşe yaramayan silinir gider… İstediği kadar çırpının, bataklıktaki kaderiniz batmaktır…
Özetlersek yazar (ne olduğunu hiçbir zaman tarif edemediği) bir “hakikate” ulaşmamız için İslam’a teslim olmamız gerektiğini söylüyor. Bunun ne kadar tehlikeli olduğunu aşağıda anlatmaya çalışacağım sevgili Feelozof…
Ve senin şu cümleni de yerden yere vurmak istiyorum orada:
“sanırım bilimin ne olduğu kadar ne olmadığını da, aklın kapsadığı alan kadar sınırlarını da idrak etmeliyiz”
Bitirmeden yazarla ilgili son birkaç söz:
Sevgili yazar,
Sen köy yaşantısını bilir misin?
Orada köyün genel yapısından farklı olan insanların, TEKTİP olmayan insanların “ne ızdıraplar” çektiklerini bilir misin?
Kazıklarda yakıldıklarını?
Sevgili yazar,
Senin Ar-Ge bölümün de dünyadaki Ar-Ge bölümlerinin aynısı değil mi? Sen kendini farklı mı zannediyorsun o “karınca” dediğin insanlara göre? Sen kravatsız Ar-Ge’cilerden ne kadar farklısın?
Bu kadar…
Gelelim Feelofoz’un yorumlarına verdiğim cevaplara…
Sevgili Feelozof,
Evet sen bilim karşıtı değilsin, fakat Serdar Turgut gibisin… Fetoculuk almış başını yürümüş, sen de dünyanın post-laik bir yapıya doğru gittiği ilüzyonuna kapılmış gidiyorsun…
Şimdi sana doğudan aldığım şeyleri anlatacağım… Zen veya Tao der ki,
yaşam bir su gibidir ve eğer suyu geçmiş üzerinde düşünerek bir kısırdöngüsel anafor haline getirirsen o su akmaz ve kirlenir… Geçmişi taçlandırmak en tehlikeli kirleticidir…
Ne der Mevlana: Dünle beraber gitti cancağızım, şimdi yeni şeyler söylemek lazım…
Mevlana açıkça bize kendisini bırakmamızı, terk etmemizi söyler… Çünkü o aynı zamanda “ne mutlu ki aklını aklınla kovuyorsun” der… Düşüncenin Çıkmaz Sokakları, “geçmişe takılı kalmaktan” başka bir şey değildir…
Senin yapmak istediğini, yani bilimle dini uzlaştırma çabasını zamanında CIA Türkiye’de Ahmed Hulusi ile denemişti… Tutmadı maya :)… Ama şimdi Pensilvanya’da taçlandırdığı adam bu ülkeyi tebaaya dönüştürmek için 5 milyar dolarlık bir serveti yönetiyor… Nerde Tasavvuftaki bir lokma bir hırka? :) HAHAHA!!!
Sevgili Feelozof,
Şu dediklerime kulak ver…
Bilinç ve bilinçdışı ayrı değildir… Bunu bize Krishnamurti ve EEG cihazı apaçık bir şekilde göstermiştir… Bunların ayrılması Freud’da kalmış ve tarihin tozlu sayfalarına gömülmüştür…
Sistem diye bir şey yoktur. Kapitalizm, sosyalizm diye ayrımlar yoktur… Ekonomi yaşamın kendisidir ve sadece “YAŞAM” vardır. Başka bir sistemde yaşama arzusu insanın Tolkein’ın “Orta Dünya”sında yaşamasını istemesine benzer. Bu dediklerime Fidel Castro’nun kısa zaman önce yaptığı açıklamalar mührü basmıştır…
Tanrı diye bir şey yoktur… Mistisizm diye bir şey yoktur. Bunların hepsi, T. S. Eliot’un dediği gibi, “yaşamın soğukluğu ve tekdüzeliğine katlanamayan insanın yarattığı ÖTEKİLERDİR.”
İnsan oynadığı yaprağı canlı sayan küçük bir kedi yavrusu gibidir. Tanrı’yı II. Dünya Savaşı’nda öldürülen ve sabun yapılan Yahudilere sormak gerekir…
Budizm’de “sıradan bir olgu olan” levitasyon bugüne kadar bir kez bile gözlenmemiştir…
Ve gelelim senin “bilimin sınırları” dediğin şeye…
Bilim “sınırları” olan bir olgu değildir… Bilim ve diğerleri diye bir şey yoktur. Bilmek çabasından ve yöntemlerinden başka bir şey değildir bilim… Bir içgüdünün vücuda gelişidir ve yöntemlerini sürekli “genişletmektedir”.
İŞE YARAMAYAN ZIRVALIKLAR DA TARİHİN ÇÖPLÜĞÜNDE YERİNİ BULMAKTADIR…
Dinlerin en pragmatiği olan Taoculuk Dini’nde bile (dindar olsam Taocu olurdum :) ), dualara cevap vermeyen tanrılar tapınaktan atılırdı :)…
Gerçeğin soğukluğunu bir kırbaç gibi yüzünde şaklatmak istiyorum:
“Dışarıdan”, “bir öğretiden” her medet umuşumuz, “içimizdeki yüzleşmediğimiz bir korkunun, çözülmemiş bir psikolojik, nevrotik kısırdöngünün” tecellisidir… Ve bu yolda her çabamız gerçek sorunun üzerini örtmekten başka bir işe yaramaz… En büyük “keşif”, en büyük “derin mana” kendi içimizdeki sorunların köküne ulaşmak ve yüzleşmektir…
İşte Buda’dan, Loa Tze’dan yani Doğudan aldığımız miras budur… Hiçbir şatafatlı ürünün, uyuşturucunun ya da ilacın üzerini kapatamayacağı o kanamayı bulmak ve sonlandırmak…
Ama sevgili Feelozof, dostum Rusya Fatihi’nin dediği gibi, Sartre’ın Goetz’i olmak GÖT İSTER!!!
Tüm yazdıklarında bu yolculuğa çıkamamanın kararsızlığı ve korkaklığını görüyorum (Alınma! Kişisel değil, objektif yorumlar bunlar :) )…
Sen bir filozof değilsin ama bu birikiminle bir bilgesin ve bilgelik de illa ki liderliği getirir… Al eline İskender’in kılıcını ve kes kokuşmuşlukla bağlarını!!!…
Batı’nın çözmesi gereken sorunlar yalnızlaşma vb. “bütünlük” sorunlarıdır… İlla ki Doğu’nun bu hazinelerini kendine mal edecektir… Belki de bizler, Doğu’yu içine tam manasıyla sindirmiş bilgeler bu görevi yerine getireceğiz… Batı aynı zamanda “eşitlik, özgürlük ve adaleti” tam manasıyla tekrar hatırlamalı… Ve belki de biz hatırlatacağız…
Gelelim Nisa Suresi’ndeki kadının dövülmesi meselesine neden taktığıma… Öldürmeyi öven diğer ayetleri bir kenara bırakırsak, tam da bu ayet bu metnin ölü olduğunu, “çağlar ötesini” kapsamadığını bize gösterir…
Ahlak’a gelirsek, vajinayı bulunca hiçbir arkadaşı ile görüşmeyen evlenmiş geleneksel erkeğin, gene geleneksel bir değer olan “arkadaşa vefayı” hiçe sayması, bu ikircikli ve ikiyüzlü durum, övdüğün Batıya “alternatif” ahlakın zavallılığını ortaya koyar…
Dedikodu kültürü de cabası…
Adalet dersen, Zürih’i görmeni tavsiye ederim… Sosyal devletin “yeryüzü cennetini” yarattığı yer…
Standartlarla olan derdini de sosyalist kökene bağlayabiliriz… Standartlaşma kadar “adalet” içeren bir kavram olamaz… Bir ürünü ya da hizmeti “standart” bir şekilde almak kadar güven verici bir şey olamaz…
“Yaşam”ı hala “sistem” olarak görüyorsun ve direniyorsun… Hala şöyle kötü, böyle kötü diyorsun… Ama seni yıkacak, coup de grace’ya (ölümcül darbeye) hazır ol!…
Yapılan araştırmalara göre 1999-2009 yılı “DÜNYA TARİHİNDE” en az savaşın olduğu dönem olarak belirlendi:
http://www.kozmikturk.com/haber/Insanlik-tarihinin-en-barisci-on-yili/42073
II. Dünya Savaşı’nın üzerinden bir insan ömrünün bile geçmediğini hatırlatırım… Bu büyük bir ilerleme kanımca…
Asimov’un dediği gibi “ileriye gitmekten başka yol yok.”
Bana Candide (safoğlan) diyeceğini biliyorum… Fakat dünya “sonsuzluğun perspektifinden” şu anda “en iyi” halindedir…
Seni kendinden uzaklaştıracak tüm zırvalıkları yırt ve at… Yüzleş kendinle kardeşim… Sen lidersin!!!
Gizem arıyorsan “bilim ve sanatın uçsuz bucaksız denizi” seni “aradığın şeyle” vecd ile buluşturacaktır…
VE BANA İLLA BİR ÜTOPYA SORUYORSAN,
BU HERKESİN BİLİM VE SANATLA UĞRAŞTIĞI BİR ÇAĞDIR…
HADİ BANA EYVALLAH YEĞEN!!!
NOT: “OU YE!” DEDİĞİNİ DUYAR GİBİYİM :)
OU! YE!
aslında uzun bir yazı yazmıştım, ama dışarı çıkarken yanlışlıkla pencereyi kapattım ve silindi, bu da bir işaret olmalı, düşündüm de o metin silindi, eskisi üzerinde hatırlama yolundan gitmeyip yeni bir metin yazsam; ala, sonsuz metinden bir tanesi sadece, ala oyun,,,
allah; bu topraklarda enfes biçimde insanı vecde ulaştıran bir sanat eseridir kendisi, arapça yazılışı da estetiktir, bukowski insanın kendi dışında yarattığı birinden bahseder, kendiyle kalan bir insanın bile, bir monologtan öte bir diyalog kurma ihtiyacını söyler, ben bunun bukowskide hayata karşı bir tür kendini savunma olduğunu düşünüyorum, onun tiplemesi barondur, ben klasik bir figür seçtim, çünkü bir nevi derdim dualizmle, iyilik-kötülük (bunlar damarlarımda dolaştığı için ilgileniyorum, soyut takılmıyorum yani), ilericilik-gericilik (buna ilişkin fikrim ilerlemeciliğin bir tür modernite çıkıntısı olduğu yönünde, hele gericilik nosyonunun yozlaşmış bir kaç görüngü yerine mesela islama yüklenmesi, ben buna on yıl önce liberal soldan bir bakışla karşı çıkıyordum), yol beni öyle bir yere götürüyor ki, çemberin dışına doğru, ahlak yok,,,
o dediğim aydınlamacı görüşün bugünkü normu olan seküler bir bakışa sahibim, böyle yazıları, bir gazete köşeyazısı yerine on kere tercih ederim,,, söylem sağlam kurulmuş, üstelik belki de doğu hala güçlü bir metafor olmak zorunda, bence yüreğin işleriyle, aklın işlerinin dilleri farklı, ya da bende olan şey; aklımın yüreğimi kurtaramamasına bozuldum da, hıncımı tüm akıl söyleminden çıkarıyorum, e ne de olsa insanların felsefeleri kendi kişisel hikayelerinden bağımsız tutulamaz, niçeyi, “tutku”yla yanyana okumayan birisi niçeyi anlayamaz, niçenin frengiden dolayı çıldırdığı söylenir, ama çıldırma anı bir film karesi gibi, bir at arabasındayken kırbaçlanan atı görmüş, ve ağlayarak ona sarılmıştır, güç istenci vs. sevgi,,,
misyonum fethullah gülene karşı reel-politik bir tavır sergilemek olamaz, biraz daha yükseklerde dolaşıyorum :))
hayatıma müdahale edildiği günden beri, tüm müdahaleci fikirlerden nefret ediyorum, buranın güzelliği bana temas imkanı vermiş olması, isteyen temas ediyor, -izmleri sevmem ama bir tür -izmi parçalayan bir anarşist görüşü kendime yakın görmüşümdür, islami bir tahakküm sadece batar bana,,,
benim derdim kalbimi iyileştirmek, doğruyu vaaz etmek değil, ya da bunu başkalarından ziyade kendime yapmak, insanı bir gözden geçiriyorum,,,
tüm bu sistemin demeyeyim tabirinle ekonomiyle de aram iyi değil, bir başka derdim de liseden beri hep özgürlük oldu, çalışıyosun para kazanıyosun onunla istediğin şeyleri yapıyosun beni kurtarmıyor, hayatın bir çatlağında yaşıyorum, yeni bir çatlak arayışındayım,,,
– ne iş yapıyor?
– kendiyle savaşıyor!
– Ou Ye!
annemin kalbindeki islamı o kadar seviyorum ki, kalp iyi olunca ne giyse yakışır,,,
aklıma cioran geldi bilmem okudun mu, bir kitabına verdiği isim çürümenin kitabı, ben en azından kendi adıma okuduğum zaman bu karanlık şahasere aklımla bir cevap veremedim, her şey gerçekten anlamsız olabilir, bir ilk nedene dayanmayan, daha çok kurulan, kuruldukları hammaddenin de nesnel gerçeklikten çok belirli geleneklerle ilintili öbekler olduğu bir durum, halbuki mananın üzerine oturduğu taht hakikattir, keskin iki uç değil mi,,,
bu arada doğa içinde gerçek bir karanlık içinde kaldın mı, bir kere nedense aşırı karanlık hissettiğim bir şey yaşamıştım, doğanın içinde olduğum için aldığım nefes ferahtı, bir vecd hali yaşatmıştı,,, tam bir karanlıkta aydınlanma; içsel bütünlük,,,
jargon bile nasıl değişti, son büyük inanç marksizm de bodoslayınca inanıyorum yerine, önemsiyorum, önemli buluyorum,,, Chemical brothersın bir parçası var, manidar olmalı (doğru olmalı demiyorum, manidar olmalı), I need to believe in something,,,
akış da sadece bir kurgu, ya da zaten bu böyledir de diyebilirdik, ama belki de şu da insani bir cümledir: tıkandığımı hissettim,,,
neden mutsuzken kendimizle uğraştığımız, mutluyken uğraşmadığımız bir muamma, genelgeçerlik, hım bu bize uymaz, montaigne bu işin sanatını yapmıştı denemelerinde,,,
aklımızla aklımızı kovmak demişsin, halbuki akıl oyunları yapıp duruyoruz,,,
bir kapı açtım, aslında nasıl söyleyeyim, ikibin yılında istanbulda bir ev partisine gitmiştim, ecstacy almıştım ve elektronik müzik çalıyordu, dışarı çıktığımda gelecek geldi demiştim, bir kapı açtım ve şems çıktı, dostça konuştuğu için mesaj ahistorikti, duymana bağlıydı, duydum mu, belki de trajedi burada başlıyor: hayır!
kıyıdayım, dalgaları dinliyorum
ne söylüyor dalgalar size
bir şey söylemiyooor, su yere düşüyor ses çıkıyor
hımm, bir dahaki sefer çocukluğunuzu anlatırsınız
: )
vay be, sağolasın