Feeds:
Yazılar
Yorumlar

Archive for Ağustos 2009

nehirler vardır ki

saplanırsın çözülmez dilin

balığın belleğine kazınırsın:su

soyutlanamayan sözlerin

bir damla suda anlam kazanır

sel olur anlamsızca akarım

acımasızlığın bulunma halinde

Read Full Post »

Cesaret…

Sevgi nadiren açan bir çiçektir. Sadece arada bir gerçekleşir. Milyonlarca insan sevgili oldukları yanlış inancına kapılmıştır. Onlar sevdiklerine inanıyor ancak bu yalnızca onların inancı.

Sevgi nadiren açan bir çiçektir. Arada bir olur. Nadirdir çünkü ancak korku olmadığında gerçekleşebilir, daha önce değil. Yani sevgi ancak derin ruhsallığa sahip, dindar birinin başına gelebilir. Seks herkes için mümkündür. Tanışıklık herkes için mümkündür. Sevgi değil.

Korkmadığın zaman saklayacak bir şeyin yoktur; ancak o zaman bütün sınırları kaldırıp açık bir insan olabilirsin. Ancak o zaman bir başka insanı kendi gönlünün derinliklerine ulaşması için davet edebilirsin.
Ve unutma; eğer birinin gönlünün derinliklerine girmesine izin verirsen, o biri de senin kendi gönlünün derinliklerine girmene izin verecektir. Güven yaratılmıştır. Sen korkmadığın zaman diğeri de korkusuz olur.

Senin sevginde her zaman korku vardır. Koca karısından korkar, kadın kocasından korkar. Sevgililer sürekli korkar. O zaman yaşanan sevgi olmaz. Yaşananlar sadece birbirine dayanan iki korku dolu insanın arasında yapılmış olan bir düzenlemedir. Kavga, sömürü, manipülasyon, kontrol, hükmetmek, sahiplenmek vardır ama bu sevgi değildir.

Eğer sevginin oluşmasına izin verirsen duaya ihtiyaç kalmaz, meditasyona ihtiyaç kalmaz; her hangi bir kilise ya da tapınağa ihtiyaç kalmaz. Eğer sevebiliyorsan, Tanrı’yı tamamen unutabilirsin. Çünkü sevgi sayesinde her şeyi yaşamış olacaksın: meditasyonu, duayı, Tanrı’yı. İsa, “Sevgi Tanrı’dır”derken bunu kastediyor.

Ancak sevgi zordur. Korkunun geride bırakılması gerekir. İşin garip tarafı da bu; kaybedecek hiçbir şeyin olmamasına rağmen bu kadar korkuyor olman.

Kabir isimli mistik bir yerde şöyle söylemiştir: “İnsanlara bakıyorum. Çok korkuyorlar, nedenini anlamıyorum çünkü kaybedecek hiçbir şeyleri yok. Onlarınki, tıpkı çıplak olmasına rağmen elbiselerini nerede kurutacağını bilemediği için nehirde yıkanmaktan korkan birisinin durumuna benziyor.” Senin de durumun bu; çıplaksın, hiç elbisen yok ama sürekli elbiseler için endişeleniyorsun.

Kaybedecek neyin var? Hiçbir şey. Ölüm bu bedenini elinden alacak; ölüm onu almadan önce, onu sevgiye ver. Her şeyin elinden alınacak; alınmadan önce neden onları paylaşmıyorsun? Ona sahip olmanın tek yolu bu. Eğer paylaşıp verebiliyorsan, efendi sensin. Zaten elinden alınacak; hiçbir şeyi sonsuza dek elinde tutamazsın. Ölüm her şeyi yok edecektir.

Eğer beni doğru anladıysan mücadelenin ölümle sevgi arasında olduğunu anlarsın. Eğer verebiliyorsan bir ölüm olmayacak. Senden bir şey alınmadan önce sen onu çoktan vermiş, onu hediye etmiş olacaksın. O zaman ölüm olamaz.

Seven birisi için ölüm söz konusu değildir. Sevmeyen biri için her an ölüm demektir çünkü sürekli ondan bir şeyler kopartılmaktadır. Bedeni kayboluyor, her anı kaybediyor. Ve sonra bir de ölüm gelecek ve her şey yok olacak.

Neden korkuyorsun? Neden bu kadar korkuyorsun? Hakkındaki her şey biliniyor olsa bile, açık bir kitap olsan bile neden korkuyorsun? Sana nasıl zarar verebilirler? Bunlar sahte kavramlardır, toplumun neden olduğu şartlandırmalardır. Toplum her şeyi gizlemen gerektiğini, kendini korumak zorunda olduğunu, sürekli mücadele içinde olman gerektiğini, herkesin düşmanın olduğunu ve herkesin sana karşı olduğunu söyleyip durur.

Hiç kimse sana karşı değil! Birinin sana karşı olduğunu hissetsen bile, o bile, sana karşı değildir. Çünkü herkes kendisiyle ilgilenmektedir, seninle değil. Korkacak bir şey yok. Gerçek bir ilişkinin oluşması için önce bunun hayata geçirilmesi gerekiyor. Korkacak hiçbir şey yok.

Bu konu üzerinde iyice bir düşün. Sonra başkalarının sana nüfuz etmesine izin ver, onları içeri davet et. Hiçbir yerde bir engel yaratma. Bir koridor ol; her zaman açık, kilitsiz ve kapısız ol. Üzerinde kapalı bir kapı olmasın. O zaman sevgi mümkün olabilir.

İki gönül buluştuğunda sevgi oradadır. Ve sevgi simyasal bir olgudur; tıpkı hidrojen ve oksijen bir araya geldiğinde su gibi yeni bir şeyin yaratılması gibi. Hidrojenin olabilir, oksijenin olabilir ama eğer susamışsan bunlar hiçbir işine yaramayacak. İstediğin kadar oksijene, istediğin kadar hidrojene sahip olabilirsin ama susuzluğunu gideremezsin.

İki gönül bir araya geldiği zaman yeni bir şey yaratılır. Bu yeni şey sevgidir. Ve tıpkı su gibi, birçok hayatın susuzluğunu giderir. Birden doyarsın. Bu, sevginin görünür işaretidir; sanki her istediğini elde etmiş gibi tatmin olursun. Artık ulaşılacak bir hedef kalmamıştır; amacına ulaşmışsındır. Başka bir hedef yok, yazgını gerçekleştirdin. Tohum bir çiçeğe dönüştü, mutlak olgunluğuna erişti.

Sevginin görünür işareti derin bir tatmin hissidir. Bir insan sevdiği zaman derin bir tatmin yaşar. Sevgi gözle görünmez ancak kişinin çevresindeki o huzur, derin tatmin duygusu görünebilir… her nefesinde, her hareketinde tüm varlığı mutluluğa ulaşmıştır.

Sevginin seni arzusuz yaptığını söylersem şaşırabilirsin ama arzu tatminsizlikten ortaya çıkar. Sahip olmadığın için arzularsın. Arzu edersin çünkü eğer o şeye sahip olursan seni tatmin edeceğini düşünürsün. Arzu, tatminsizlikten ortaya çıkar.

Sevgi olduğu zaman; iki gönül buluşup, kaynaşıp, bütünleştiği zaman yeni bir simyasal nitelik doğar ve tatmin oluşur. Sanki tüm varoluş durmuş gibidir, hareketsiz. O zaman yaşanan an, varolan tek an olur. İşte o zaman “Bu pasta çok lezzetli” dersin. Sevgiyi yaşayan bir insan için ölüm bile herhangi bir şey ifade etmez.

CESARET Osho

Read Full Post »

Rembetiko

Rembetiko soundtrack:

http://goncafem.wordpress.com/2009/01/11/rembetiko-soundtrack/

Read Full Post »

Dolunay Partisi

Pigs’s Bay Camp & Hatıralar & Hüzün…

Hikmet Temel Akarsu
İstanbul, 12 Temmuz 2009
htakarsu@gmail.com
http://www.myspace.com/hikmettemelakarsu

Domuz Çukuru Koy’unda dolunay belirdiğinde ilk kez sigarasını yakmakta tereddüt etti orta yaşlı adam. Tüm gününü yeniden ve yeniden yaktığı sigarasının ucunda beliren alevin, pervasız bir şekilde kağıdı eritip, aymaz bir şekilde parmaklarına yürüyüşünü izleyerek geçirmişti. Hüzünlenmek için her şeyin elverişli olduğu bir zaman diliminde bu yaralayıcı duyguya bir daha teslim olmamak için yeminler üzerine yeminler etmişti önceki haftalar boyunca. O nedenle gözünde biriken yaşların gün boyu içinden çıkmadığı mavi dünyanın tuzlarından olduğuna inandırdı kendini.

Haftalar süren ve arabanın gaz pedalına, kurşunlanmış bir gövdeye tampon basar gibi tutkuyla bastığı günlerin sonunda, Beydağları’ndan, safari mağlupları gibi, tortop olmuş bir toz yumağı halinde Akdeniz’e düştüğünde ruhunu yatıştıracak yalıtılmış dünyayı aramaya koyulmayacaktı. Çünkü onu nerede bulacağını biliyordu. Yalnızlığın bitirici suskunluğuna alışkın orta yaşlı adam bir gece önce, ay, göğe tırmanmak üzere ortaya çıktığında, Domuzcuk adlı minik tekne ile, bir başına getirilmişti kara yolunun olmadığı koya. Elektriğin olmadığı Domuz Çukuru’na, meşaleler yerleştirilerek aydınlatılmış plaj alevlerinin arasından geçerek girdi.

Bana bile yabancılaşmış bu yalnız adam bendim işte…

Doğru düzgün ilan edilememiş bir partinin davet edilmemiş konukları suskun ve sedasız yaz çardakları arasında içkilerini yudumlarken Karaib Adaları’nda zenci bir kadının kollarında uykuya daldığım geceyi anımsadım. Kötücül kovboylar gibi kıvrıldığını hissettim dudaklarımın. Kendimden utandım. Yine de doğruca bara gittim. Birkaç tahta perde ile birkaç sazdan oluşan barda Dolunay Partisi’ni ciddiye almış birkaç adam hala hummalı bir çalışma içindeydi. Hummalı çalışmadan kasıt sadece ve sadece beyaz bezden yapılma yonca şeklindeki sahne dekorunu ağaçlar arasına germekten ibaretti. Böylece sınırsız, bitimsiz bir doğa parçasının bir noktası sınırlandırılmış olacak ve orası dans için seçilmiş bölge, partinin odağı veyahut da doğa diskosunun merkezi kabul edilecekti.

O sırada yanıbaşında duran esmer barmene olabilecek en absürd soruyu sordu Antik İskandinav Kraliçelerini anımsatan “cool” bir kadın:

“Kaç litre mazotumuz kaldı?”

Yadırgadım ve şaşırdım. Ama susmayı tercih ettim. Böylesine hoş bir gecede böyle bir soruyu neden sorardı böyle bir kadın?!

Sorunun, barmen tarafından, yaşam kaygısına kapılmışlık endişesiyle ciddi ciddi yanıtlandığını farkettim;

“Sanırım birkaç saat şarkılar bizlerle olabilecek…”

“Buna sevindim!” dedi hüzünlü bakan sarışın kadın.

O anda neler olup bittiğini anladım. Birazdan çalışmaya başlayacak jeneratörün son damla mazotlarının da müzik için ayrıldığını farkettim. Hoşuma gitti bu yokluk hali. Az sonra müzik çalmaya başladığında bir kadeh buzlu Scotch istedim. Scotch olmadığını söyledi genç adam utangaçça. Öyleyse buzla içilen herhangi bir şey vermesini söyledim. Bu kez yine utangaçça buz da olmadığını söyledi. Çünkü bütün mazot müziği çalabilmek için ayrılmış, gün boyu jeneratör çalıştırılmamıştı. Buz imal edilememişti. Mevcutların da hepsi erimişti. Gülümsedim kendi kendime. Bu yoksunluk duygusu kesinlikle hoşuma gitmişti. Ne olsa içebilirdim artık. Yeter ki içinde alkol olsun. Rom, mohito ve ardı sıra tekila istedim. Sıcak da olsa razıydım. Hiç biri yoktu. Sadece sonsuza kadar yetecekmiş gibi duran sıcak bira ve tanıdık bir eski zamanlar adamının gelirken yanında getirdiği bir kasa nadir içilen sert Türk rakısı vardı barda.

Rakı içip içemeyeceğimi sordum bardaki genç adama;

“Olabilir,” dedi. “Zaten başka çare yok gibi gözüküyor?”

Gülümsedim. İçkimi sek aldım. Arkama döndüm. Jeneratör, mazot ve müzik sözcüklerini birleştirip esprili bir tümce kurarak patroniçe olduğunu sonradan kavradığım İskandinav Kraliçelerini anımsatan kadına söylemek istiyordum.

Kaybolmuştu ortalıktan.

Geriye döndüm. Eski zaman aşklarından söz eden tuhaf bir İngilizce şarkı duyuldu o anda. Sistem çalışıyordu. Son mazotlar, son paralar, son jeneratör çırpınışları ve soğutulamamış içkilere daldırılmış tepkisiz yüzler belirdi ortalıkta. Birkaç da ışık yandı. Mutlu oldum. İlan edilmiş Dolunay Partisi’ne ne kadar az insanın katıldığını farkettim ve bundan da mutlu oldum. Carribean giysili, rasta saçlı, ince, uzun boylu genç bir adam sofistike müzik insanlarına yaraşır bir şekilde iptidai bardan içeri daldığında, “reggie” çalacağından neredeyse emindim. Fakat “cool” duruşlu adamın parmaklarının altında laptop’un ışığı belirince tereddütte kaldım. Birazdan ortaya çıkan “new-age” müziği; nasıl diyeyim uçurucuydu işte… Geri göndüm ve meşalelerin arasından geçip iskeleye yürüdüm. Sırf ben ayrıldım diye partinin ıssızlaştığını hissettim.

İşte ben bu nedret halini sevdim.

Dolunay gökte yükseliyordu, birkaç kent kırığı adam çardaklarda uzanmış hayat hakkındaki fikirlerini gözden geçiriyordu. Bavyeralılara mahsus, tüylü fötr şapkasıyla plajda tebarüz eden beyaz tenli genç Alman kadın, yanından hiç ayrılmayan sevgilisiyle kendisine yine bir meşgale bulmayı başarmıştı. Çakıl taşları topluyorlardı dolunayda. Gün boyu güneşin altında kendini erimeye terketmiş Fransız kadın ise yalnızlığını tekrarlamak için bu kez dolunayın altındaydı. Biraz ilerideki hamakta uyuyakalmış genç İngiliz, uykuda bile bira şişesinin elden düşürülmeyebileceğini kanıtlayan bir mantık problemi gibi upuzun yatıyordu. Plajın uzak bir noktasında ateş yakmış genç kadınların genç erkeklere küçük tefek öpücükler verdiklerini görüyordum. “Dolunayda neden ateş yakar bir insan?” diye mırıldandım kendi kendime… Aynı anda alevlerin yalımları arasında Şiir okumaya çalışan bir Alman kadının söylev verir gibi elindeki kağıda bakıp kollarını karanlık denize doğru savurduğunu seçebiliyordum… Şiirin insanlığa geri döndüğüne tanık olmak her şeye rağmen çok güzel gözüküyordu. Kumların üzerindeki uyku tulumlarının içindeki kıpırtılar ise hippi çağı sevişmelerini anımsatır gibiydi.

Anımsadım, anımsadım… Her şeyin nasıl bu hale geldiğini anımsadım…

Nasıl da her şeyin kötü gittiğini… 2000’li yılların Kelebekler Vadisini, 90’ların Olimpos’unu, 80’lerin İztuzu’nu, 70’lerin Mocamp X’ini, 60’ların Sultanahmet’ini, Pudding Shop’u… Ve tükenişe giden yolu…

Uzaktan partimize katılmamış davetsizlerin suskun yoklukları ve görünmez dansları duyumsanıyor ve sadece ve sadece son litre mazotların bize sunduğu “new-age” melodileri tınlıyordu.

“Hayat neden böyle?” diye sordum kendi kendime.

Bu kez sahile vurmayan dalgaların sessizlikleri yanıtladı beni.

“Peki ben ne istiyorum bu hayattan hala arsızca?” diye sordum bu kez.

Olmayan sevgililerin fısıltılar arasına karışmış öpüş seslerini duydum kulaklarımda.

“Öyleyse işte; her şey boş!” dedim kendi kendime.

Gariptir. Bu kez yüksek sesle söylemişim bunu. Arkamdan bir kadın sesi yükseldi;

“İyi misiniz?”

Dönüp bakmadım. Bu sesin sahibinin kim olduğunu bilmek istemiyordum. Gerçek o anda bana lazım olan en son şeydi. Ben sadece ve sadece bu sesin verdiği imgeler üzerinde önümüzdeki birkaç günü acısızca tüketmeyi düşünüyordum. Çünkü iyi değildim. Ve hiç kimse bana iyi olmadığım zamanlarda “İyi misin?” demezdi. Kötü şanstan mıdır yoksa başka nedenden mi bilmem; hep iyi olduğum zamanlarda bu soru sorulurdu. Oysa iyi olduğum zamanlar artık anımsayamayacağım kadar uzaklarda kalmıştı. Kuşkusuz onunla birlikte “İyi misiniz?” sualini soran kadınlar da… Her neyse… Şimdi bunların zamanı değil. Temmuz duyarlılıklarında uzaklardan geçen teknelerin suskun ilerleyişleri arasında dolunayı izleme zamanıydı. Dolunay’ın derinliklerinde kaybolma zamanıydı.

Terkedilmiş doğa tavernamızda ılık içkilerini alıp hamaklara ve tulumlara ve çardaklara çekilmiş genç adamlar ve genç kadınlar büyülenmiş gibi gözlerini dikmiş olarak, zeytin ağaçlarının arasından dolunaya bakarken yerimden kalktım. İskelenin üzerine çıktım. Yavaş ve küçük adımlarla iskelenin ucuna doğru yürümeye başladım.

“Yalnızlığın ve hayal kırıklıklarının yorgun adamı bir gün yaşamına son verecekse eğer neden burayı ve bu dondurulmuş anı seçmesin?” diye sordum kendime.

Birkaç adım daha attım ileriye. O esnada müziğin dönüştüğünü duydum. Ve arkamdan yükselen kimi ışık hüzmelerini duyumsadım. Geri döndüm. İskandinav Kaliçeleri’ni anımsatan kadın kumsalda Şaman dansı yapıyordu. Çepeçevre döndürdüğü ve anlam veremediğim bir şekilde sürüklediği sopalarının ucunda yanan alevler gece karanlığına dokunduğunda, unutulmuş bir dilin çözülememiş sembollerinden bir öykü anlatıyorlardı adeta. Bu sembollerin oluşturduğu sözcüklerin neyi anlattığını çözmeyi; en azından yorumlayabilmeyi denedim.

Başaramadım.

Orada bir şey yazdığını bilmek ve bunun ne olduğunu anlayamamak belki de en iyisiydi. Buna karar verdim.

Elimi cebime attım. Bir sigara çıkardım. Çakmağımı elime aldım. Gün boyu hep yaptığım gibi yine sigara yakacaktım. Bir an düşündüm. Kendimi küçümsedim. Üzerimde dolunay; ardımda Şaman danslarının çözülmemiş ışıktan sembolleri ve Ağustos böceklerinin koşuşturan küçük ateşleri arasında sigara yakmayı akla getirebilen bir sefil dedim kendi kendime.

Mazotun bitmesini istedim o an.

Jeneratörün durmasını.

Müziğin susmasını.

Zamanın gerçekten donmasını.

Sadece alevler kalsın istedim. Ağustos böceklerinin alevleri, dolunayın ışığı ve Şaman danslarının alevlerinin oluşturduğu o unutulmuş dilin sözcükleri…

Hatıralar ve Hüzün… 2009 Yazı, Domuz Çukuru

Read Full Post »

Ben burada erkek kardeşim dağ ve kız kardeşim denizin arasında oturuyorum.

Biz üçümüz yalnızlıkta biriz ve bizi birbirimize bağlayan sevgi derin, güçlü ve gariptir. Hatta bu sevgi, kız kardeşimden daha derin, erkek kardeşimden daha güçlü ve benim deliliğimden daha gariptir.

İlk gri şafak bizi birbirimize görünür hale getirdiğinden beri, sonsuzluklar üstüne sonsuzluklar geçti; her ne kadar pek çok dünyanın doğumunu, tamamlanmasını ve ölümünü görmüş olsak da, hala istekli ve hala genciz.

Genciz ve istekliyiz ve hala yalnızız ve terk edilmişiz. Ve bozulmamış bir şekilde sarılarak birbirimize uzanmış olsak da, rahat değiliz. Ve denetlenen arzu ve gemlenen tutkuyla kim rahat olabilir ki? Ateş-tanrı kız kardeşimin yatağını ısıtmak için nereden gelecek? Ve sel-tanrıça erkek kardeşimin ateşini söndürmeye yetecek mi?

Gecenin sessizliğinde kız kardeşim ateş-tanrının bilinmeyen adını mırıldanır ve erkek kardeşim uzaklardan soğuk ve ulaşılmaz tanrıçaya seslenir. Fakat ben uykumda kime sesleneceğimi bile bilmiyorum.

* * * * *

Burada erkek kardeşim dağ ile kız kardeşim deniz arasında oturuyorum. Biz üçümüz yalnızlıkta biriz ve bizi birbirimize bağlayan sevgi derin, güçlü ve gariptir.

Halil Cibran (Ruh Kardeşim, denizler dağların gözyaşı değil mi?)

Read Full Post »

Ey müzik,

İçimizin derinliklerinde yüreklerimizi ve

Canlarımızı gizleriz.

Sensin öğreten bize

Kulaklarımızla görmeyi

Ve yüreklerimizle işitmeyi.

Halil Cibran (Ruh Kardeşim; Müziğin sesini duyamayanlar dans edenlerin deli olduğunu düşünüyorlardı.)

Read Full Post »

Dün gece yeni bir zevk keşfettim ve onu ilk defa denerken evime aceleyle bir melekle bir şeytan geldi. Beni kapıda yakaladılar ve yeni zevkim hakkında çekişmeye başladılar; birisi haykırıyordu, “Bu bir günah!”, diğeri, “Bu bir lütuf!”

 Deli – Halil Cibran (Ruh Kardeşim ! Beraber bir odaya girdik, herkes kendi peşine düşmüştü.)

Read Full Post »

2816_166877575458_680820458_6739314_7480115_n

Read Full Post »

Ruh…Ruh…

…Fakat sen bütün kadınlar gibi bize evvela ruhunuzu değil, bacaklarınızı gösteriyorsunuz…
Demin Amerikan mecmualarını karıştırıyordum. Bacak yağıyor. Operetler, müzikholler, filmler, caddeler her yer bunlarla dolu değil mi? Babam söylerdi eskiden vücuttaki uzuvlardan pek çoğunun adını söylemek ayıpmış: Meme, karın, kalça, bacak, baldır, ayak gibi sözlerden birini ağza almadan evvel bir ” affedersiniz” deyip sesi alçaltmak lazımmış. Şimdi bacağı göstermek ve beğendirmek bile ayıp değil. Senin ipek çorabın içinde bir ruh varsa bunu benim avucum anlar. Onunla başka türlü bir temas ve muhabere vasıtası bilmiyorum. Belki diz kapağında bir ruh var. Ruh, ruh… Yürürken belin bir kıvrılışı… Ordan bir seyyale geçiyor şüphesiz… Fakat o benden aynı cinsten bir seyyale arıyor. Sen boyadığın ve süslediğin vücudunla bende hangi duyguya hitap ediyorsan ondan cevap alıyorsun. İskarpinin açık penceresi önünde oturan ve seyredilmekten hoşlanan topuğun benden merhamet mi istiyor? Kainatın sırlarına ait düşünceler mi istiyor? Milli heyecan mı istiyor? Ruh, ruh… Ne istiyor bu dekolte bu ayak bu beden? Bu gün sokaklarda dizkapağına kadar açılan kadın bacakları hangi budala Aristo’nun mantığına, Eflatun’un idiallerine, leibniz’in monadına dair fikirler uyandırıyor? Göğsünüzde zıp zıp sıçrattığınız yuvarlaklar Bach’ın Ave Maria’sını mı söylüyor. Süleyman dedenin mevlüdünü mü?

Peyami Safa – Matmazel Noralia’nin Koltuğu

(http://kaldirimcocuklari.blogspot.com/)

Read Full Post »

Moruzak…

bugün de değişiklik yaptım. mutfakla beraber sabahladım. mutfak her zamanki gibiydi. yerleri sürrealistçe, başını bozukluğa çalarcasına mozaikdi. kahverengisever marangozdan bir anı, bir oluşum tasarımsızlığıydı gene mutfak dolabı. damlayan sesler korosu şefliğine soyunan bozuk musluktan “zaman durmuyor” naraları. duvarın yan içinde kiracı, söver gibi sesler çıkaran eskici sevdalısı bir buzdolabı. geciken bir bağışlanmışlık kadar küçük evin mutfağı. ne beklersiniz ki, yalnız(lığ)ın e(v) hali işte. gelen olsa soracak burası hep böyle dağınık mı? hazırladım önceden savuşturmalık cevabı; “-ah evet, kendimi toplamaktan fırsat olmuyor ki!! hadi bir el at da topla ortalığa dağılmışlığımı. işle bir işe yaramayacak bu sevabı.”

 

Read Full Post »

« Newer Posts - Older Posts »